22 Aralık 2011 Perşembe

ZAMANE'nin Günlüğü




Sevgili günlüüm 15.kasm 2011

Şu and seni baarıma basp sarılıyom, tüm sayfalrını binleerrce öpücğe boğablrim. Zaten beni snden başka anlayn pek yok şu anda. Arada sırada bikaç satr yazmak hoşuma gidyo , kalemle yazmak yanee ööle işte :))) Bugün Cenk bana haftsonu çıkmaı teklf etti, sinemaya, cafeye filan gidiriz dedi. ahahahaaaaa

Eve nası geldm, uçtm, uçtmm, bu satırları nası yazyorm blmem. nasıı beklicam ben şindi kaç gün yaaaw. Ayaklrım yerde diil, başım ise bulutlarn üstünde sanki... mucccuk... mucuk... mucukkk...

Ayyy annem sesleniyooo, yemek hazırmş. Seni gzliyip gidyom, gine gelcam...

- - - -

Babişin yemekte yüzü beş karş asıktı, işyrnde bişiler olmş , birlerine söölenp durdu. Annmse bütn gün evle ugraşmş, bi de çamşır maknesi bozuulmş tam iş arsında, tamrci gelrim demş gelmemş, mutfkta hayflanıyo boyna... öff kurtarın beniiii

Televzyonda ise hala kaç gün öncki depremden sözedyo . Bi ara çadırda yanan çocuklrı gösterdi ; çok feciiidi, içm cızladı valllla, yazk insanlra...

işin kötsü babam şimdi açar açıkotrumları , bizim dizi güme gider. Zate dün gecyarısı laptopum da arzalandı. Ne sıkıcı bi durum yaww.. Neyse ki baback vermş pcyi tamire, yarn gelrken alcakmş... Allaatan i-fhoneum var, yoksa napırdım bu akşm. Face i takip edemezsm ölrüm. Cenk de bugünlrde bütün kızları beenip yorum yapıyo zate, neyse bu akşm pek taklmadı galiba, göremedim. Baa gösterş yapıyo herall, yerimm ben onuu ..... mucukk :))

ayyy elm yoruldu yazmaktan, bu kadr ders çalışsm alim olrum valla :))) i fonda tuşlamak bile bu kaa zor diil. Babamn neşesi yernde olsaadı, şu ak çizmelerin bir de grisni almak istediiimi söölicektm, bi de beendiim guci çantıyı... geçn senekilerle idare ettm bu zamna kadar, rengi uymyo herseye kii.. Anneme mi söölesem yine acaba, o uygun zamnı kollar.. canım annem, şeker annem, gideym de birzcıcık öpüşelim onunla .. belki babiş te birz sakinlemiştr??

- - - -

öff yarn da inglissce sınavı var, direct-indrect cümlelerni çalşmam lazm ,ama hiç isteeim de yok. Kafam da yerinde diil ama birz bakmalym. Şu msjlarma bakim önce. Mtfakta oyalnırken bi sürü msj gldi, hiç bakamadm.. aman Merve, bebişim sen ne diyon ya şimdi.. günlüküm öptümmm seni muccukkkkk .

- - - -

sevgili günlüümm, 16.kasm

gene seninleymm bak. bügünkü sınav iirençtii Off bi de yoruldum okul dönşü, tam gelirken servs bozuldu, sırtımda çanta taa aşaa köşeden eve kadr yürüdüm..

ahh benim canım babm nooluur gelirken pc mi dont forget.. zate bugün moralm çokk bozukk. O kürdan bacaklı şımarık Ceyda Cenkin peşndeedi bütün günn :((( bi anını boş bırakmadı çoçuun, hep yanında bitti yanee.. haatta bi kersinde cenk benm yanımdaaken , sana bişey dicam diye alıp çocuu götürmezmi??? iirenç ceyda seni boğabilrimmmm.. ne bahtsız kısım ben aallaammm... ne kaa mutsuzmmm...

aaaa zil çalyooo.. yaşasnnn oleyyy laptopum gelmiş olabilr... ay nooolluurr aalllaaaammmm...



31 Ağustos 2011 Çarşamba

ŞANS

Bir kez daha baktı onlara; kaldırım taşının kenarında otururken... Kadın çocuğa bir yandan elindeki hamburgeri ısırtıyor, bir yandan da ağzına patates tıkıştırıyordu. Çocuksa yedikleri hiç umurunda değilmiş gibi, elindeki küçük oyuncağın parçalarını takıp çıkarmakla meşguldü. Önünde rengarenk, çiçekli, böcekli karton bir kutu vardı.


Çocuğun üzerindeki deniz rengi kalın giysi, onu hiç üşütmezdi herhalde. Başında kulaklarını da örten renkli bir başlık ve boğazına dolanan parçası, atkı dediklerinden...

Yediğinin farkında değildi sanki, nasıl da zorla yiyordu, tadını da mı almıyordu? Sadece elindekiyle uğraşıyordu. Bir ara , “öf olmuyor bu “ diyerek yere attı elindeki parçaları. Annesi, küçük renkli oyuncakları toplayıp yine koymaya çalıştı kutunun içine... Üzerine titriyordu belli ki küçüğün...

Dalıp gitmiş onları seyrederken; dirsekleri erimiş ince hırkasının kolunu, küçücük parmaklarıyla çekiştirip, soğuktan donmuş burnunu sildi. Güzel yüzü, hüzünlü gözleri, al yanakları pislikten gölgelenmiş; sarı bukleleri kire inat hala ışıldıyordu... Birazcık ısınmayı ve o çocuğun burun kıvırdığı köfteli sandviçten tatmayı dilediğini anlatıyordu bakışları... O bakış, neler anlatmıyordu ki... Eline tutuşturulan mendilleri satıp bir an önce paraya çevirse iyi olacaktı; yoksa başına gelecekleri tahmin edebiliyordu. Sabah yaşadığı kötü anları anımsadı. Başa çıkamıyordu yaşamla, sesini çıkaramıyordu, eziliyordu bu koca yükün altında... Kendi küçüktü, onun dünyası da küçücüktü , henüz hiçbirşeyi anlayamıyordu ...

Bir an toparlanıp, keşmekeş trafiğin ortasına dalarak , kavşaktaki trafik ışıklarında durdu. Cebindeki pis bez parçasını avuçladı ve trafiğin durmasını bekledi. Ürkerek, gözüne kestirdiği ilk arabanın camlarına doğru uzandı küçücük bedeniyle... Belki yine terslenecek, azar işitecekti ; acaba bir paket mendil mi uzatsaydı aralık camdan... Arabaların arasında, birkaç kuruş uğruna , iliklerine işleyen soğukla ve tehlikeyle arkadaş olmuştu artık... Hayat onu eline almış yoğuruyor, doğuştan bir suçlu yaratıyordu belki de... Kayıplar ordusunun bir bireyi olabilirdi yakın gelecekte...

Şans ona gülmemişti; hiç mi yanına gelmezdi ömrü boyunca; bir gün elinden tutar mıydı acaba? Küçük bir kelebeğin , varolma çırpınışları, savaşı kazanmaya yetecek miydi?

Bir an daldığım bu sahneler, yüzlerce defa gözümüzün önünden akıp gitmiştir ; farketmemişizdir bile... Oysa , ne acı ve bilinmeyen gerçekler barındırır bu hikayelerin her biri...


Annesi hala, çocuğu bir şeyler yesin diye uğraşıyordu. Çocuğun solgun, sağlıksız ve mutsuz bir yüzü vardı. Birden, elindeki oyuncağı düşürdü ve narin vücudu küçük sarsıntılarla titremeye başladı... Kadın üzgün fakat alışık bir ifadeyle iki sandalyeyi birleştirip , ortasına yatırmaya çalıştı onu. Belli ki bu olağan bir durumdu onlar için... Kanı, canı, bedeninin bir parçası, o küçük vücut yine krizdeydi; birlikte atlatacaklardı her zamanki gibi... Kader ona da mı gülmemişti ? Belki de hayatta herşeye kavuşmuştu ama yavrusuna bir yudum can olmayı isterdi en çok... Gözlerine ışık, yanaklarına renk , yüreğine umut olabilmeyi...

Biraz sonra , kavşakta duran özel bir araba alıp götürdü onları...

Çeşitli hayatlar arasında, korkunç uçurumlar var gibi gözükür hep. Oysa bu uçurumları dengeleyen öyle küçük nüanslar var ki... Şans nedir? Hayatta herşeyi bulmak mı, yoksa hayatın getirdiklerini şans olarak değerlendirmek mi? Mutluluğun püf noktası, olanakları sonuna kadar ve en iyi şekilde kullanmak olmalı...

Birinin şansı, diğerinin şanssızlığı olabilir belki de...



Bingül Egemen
Ağustos - 2011



24 Ağustos 2011 Çarşamba

KAPALIÇARŞI’ DA BİR GÜN...




Bekir sami bey, çocukluğundan, gençliğinden kalma alışkanlıkla o gün de erken kalktı. Evden hiç çıkmadığı çoğu gün yaptığı gibi, yine traş olmaktan vazgeçip, seyrelip incelmiş sakalını sıvazladı ayna karşısında. Aynaları çok uzun zamandır hiç sevmiyordu. Özel bir davete gidercesine özenle giyindi, ütülenip katlanmış mendilini ve köstekli saatini cebine yerleştirdi. Son zamanlarda onu fazlasıyla yoran beş katın merdivenini, söylenerek indi. Kumkapı ile Beyazıt meydanını bağlayan Mithat Paşa yokuşundan, ağır adımlarla çıkmaya başladı. Uzun zamandır yalnız başına dışarı çıkmamış, hep çocuklarına bağımlı yaşamıştı.

Dürüst; adam gibi adamdı. Doğduğu şehrin pek de iyi olmayan şöhretini inkar eden bir Kayseri’liydi o... İyi niyetli, saf, sevgi doluydu. On yaşında aileyle İstanbul’a gelip yerleşmiş, Kapalıçarşı’da çekirdekten yetişme usta bir ayakkabı ve terlikçi olmuştu. Bir söylentiye göre yakın çevresinde “ bir Hacı Bekir’in lokumu, bir de Bekir Sami’nin terlikleri...” derlerdi çarşı içinde...

Sekiz çocuğu vardı Bekir Sami beyin; üçü kız, beşi erkek... Erkeklerin üçü okumuş; doktor, mühendis, avukat olmuştu. Diğer iki oğlunu da dükkanda yanında yetiştirip, zanaat öğretmişti. Biraz haylazlıklarından, biraz da baba mesleğini sürdürmesi gereken oğul sıfatıyla, piyango çarpmıştı onlara belki de... Cefakar, fedakar ev hanımı Zehra hanım da, evlerindeki kocaman kasap buzdolabının çevresinde yaşardı adeta , kalabalık, şenlikli sofralarına her gün yemek yetiştirmek için. Yardımcıları olsa da zordu bu kadar nüfusu idare edip, bu kadar boğazı doyurmak... Sadece mutfak işi mi? Hiçbirinin derdi bitmezdi ki; ömrü çoluk çocuğun, kocanın arkasını toplamakla geçti Zehra hanımın....

Hanımını kaybedeli bir on yıl kadar oluyordu. Artık kendini çok yalnız hissediyordu onsuz bu dünyada koca çınar... Yeterince yaşamış; çalışmış, çabalamış, dünyalığını yapmıştı çocukları için. Bir zamanlar Beyazıt’ta parmakla gösterilen; rengarenk çiçeklerle, meyve ağaçlarıyla bezenmiş, bir köşesinde süs havuzu ve sarnıcı olan bahçesiyle, güzelim üç katlı müstakil evini de apartmana çevirmek zorunda kalmıştı yıllar önce... Çocukları için...

O gün yüreğindeki coşkuyla bir başka hazırlanmıştı nedense; özlemişti çarşıyı... Üniversitenin ve Beyazıt camiinin önünden geçerek sahaflar çarşısına girdi. Saatine bir göz attı, cuma namazına daha epey vardı. Torunlara birkaç kitap ve okul malzemesi almayı düşündü . O kadar çok torunu vardı ki , aldığı bir torba eşyadan mutlaka işe yarar birşeyler çıkardı onlar için... Aslında pek anlamazdı bu işlerden, okuryazarlıktan ama Gaziosmanpaşa’da kendi adını verdiği bir ilkokul yaptırmayı da ihmal etmemişti. Kendi pek okuyamadığı halde, okumaktan yanaydı hep...

Sıra sıra dizilmiş dükkanlara, aşina vitrinlere ve yüzlere baktı; eski çarşı günleri geçti gözlerinin önünden, burnunun direği sızladı. Zehra hanımla , bedestende kuyumcu Artin ustada alışverişlerini hatırladı. Sedef kakmalı , altın varak aynaları da pek severdi rahmetli...

Caminin çarşı içindeki minberinde müezzin ezan okuyordu. Uzun şeritler halinde serilmiş yolluk halıların üstünde , yanyana dizilmiş bekleyen esnafın yanına ilişti. Cemaatle birlikte cuma namazını kıldı. Sonra Çukurmuhallebicinin yanından geçerek iki sokak ilerdeki dükkanına geldi. Birkaç saatini oğullarının yanında geçirdi. Anladı ki; artık buralara yabancılaşmıştı. Buruk bir memnuniyet duydu yüreğinde; işler artık onsuz da yürüyordu...

Yorulmuştu. Eve vardığında, yine söylenerek beş katı tırmandı uzun uzun soluklanıp... Bir daha cesaret eder miydi böyle bir gün yaşamaya acaba? Yok yok artık uzun zaman ziyaret edemeyecekti dükkanını ve oğullarını. Artık geçmişti ondan, emanet etmişti herşeyini emin ellere... Huzurla uykuya daldı.

Dedem Bekir Sami bey artık Zehra hanımın yanında. Geridekiler de hiç bıraktığı gibi kalmadı ama herşeyde hala onun ismi ve izi var. Eminim, Kapalıçarşı’da da onu hala sevgi ve rahmetle ananlar vardır...

Bingül Egemen
Kapalıçarşı – Haziran 2011


26 Mayıs 2011 Perşembe

KAŞ'ını gözünü seveyim Anadolu...


Önce bir gemi çizdim, boyadım yeryüzünü güneşin yedi rengine. Bindirdim gemimin içine bizim kızları... Her lumbozdan biri el salladı neşeyle... Ertesi yıl lisemin otobüsü canlandı kağıdımda, karayoluyla mı gitsek acaba dedim, hepsi kuruldular koltuklara şöyle bir... Hayaller kurarak, bir kıvılcım ateşlediğimi biliyordum. Artık zamanı gelmişti ve bu sene hazırlıklar birkaç ay önceden başladı. Kısacık günlerden zaman çalmamak için uçak yolculuğuna karar verildi; hep birlikte biletler alındı, koyuldu ceplere, çantalar hazırlandı... Biliyorlardı ki, lezzetli bir yemek gibi, hazırlığı uzun sürüp, göz açıp kapayana kadar tükenecekti güzellikler... Buluşacakları günü iple çektiler, birlikte şafak saydılar adeta...

Mayıs ayının hıdırellez günü; on gönlü genç kadın, yılın ilk, hayatlarının ikinci baharında, Kaş'ını gözünü seveyim Anadolu, ver elini geleyim diyerek, sabaha karşı Sabiha Gökçen'e koştular. Kanat takıp uçtular Akdeniz'e, Torosları aşıp sahile ulaştılar...


Dalaman'a indiklerinde gün yeni ağarıyordu, hava mevsime göre soğuktu. Anlaştıkları minibüsle yola koyuldular, yüreklerinin götürdüğü yere gitmek üzere... Yolun iki yanına dizilmiş portakal, limon ağaçlarının arasında, kuşlar gibi hafif, şen şakrak, özgürlüğe kanat çırptılar. Papatya, gelincik yol boyu kolkola dansediyordu onlar gibi. Göz alabildiğine bir renk cümbüşü vardı yeryüzünde... Okuldan kalma alışkanlıkla yoklama yapıp, kafa saydılar, şarkılarla, türkülerle... Hüzün, keder, stres defterini kapatıp, yanlarına almamışlardı.

Dört günlük tatilin ilk uğrak yeri olan Göcek, yeni uyanıyordu. Keyifle içilen çaylar, kahveler, çantalarda taşınan poğçalar ve birkaç tostla ilk kahvaltıyı geçiştirdiler. Yerli ahalinin pek de ilgilenmedikleri ve fazlasıyla doydukları anlaşılan malta erikleri dallarda nasıl da kolyelenmişti. Havanın, suyun, hayat fışkıran bereketli toprakların güzelliğine şükrettiler; yüreklerindeki çocuksu heyecana, sevgilerine, dostluklarına coştular, sevindiler...


Tarihin babası sayılan Heredot; Kalkan için " Dünyada yıldızlara en yakın yer “ demiş antik çağlarda... Bu görkemli kıyıları; bu muhteşem coğrafyayı görüp de hayran olmamak olanaksız. Yol üstünde uğranılan piknik ve kamp yeri Kantarcı koyunda, fotoğraf makineleri işe koyuldu; bu güzel bakir koyda bol bol deklanşörlere basıldı. Denize paralel kıvrımlı yolda ilerleyen araba, denize girenlerin mola verdikleri Kaputaş-Mavi mağarayı kuş bakışı gören koyda durdu bu kez. Lacivert deniz, kumlarla buluşunca turkuaza dönüşmüş, bembeyaz köpüklerle sahile vuruyordu. Müthiş güzelliği yüreklerine çekip, zihinlerine resmettiler.


Akdeniz henüz yeni uyanmış; mahmur, taze bir şık latife... Mis gibi iğde, yasemin, hanımeli; muhteşem renklerde begonvil ve zakkumla koyun koyuna ...
-------
Demre yolunda araba çok şenlikli, şarkılar söylenirken avuçlar patlıyor, Toroslardan inerken uzaktaki liman görülüyordu. Önce Demre Saint Nicholas Müzesi’ni (Noel Baba) ziyaret edip Kekova’ya minibüsle yola çıkıldı. On kadın, limanda bir tekneye yerleşip, adacıkların arasında süzülerek güneşe kucak açtılar. İsmi gibi gerçekten akvaryum olan koyun billur suyunda serinlemek harikaydı. Kıyı boyunca Batık Kenti dolaştılar. Denizle kaynaşmış, taş taş üstünde oluşmuş kapılardan, labirent odacıklardan ve irili ufaklı basamaklardan oluşan tarihi kalıntılara bakarak yüzyıllar öncesinin aile ve toplum yaşantısı hakkında yorumlar yaptılar. Su dibinde gizlenmiş amforaları görmeye çalıştılar. Tekne gezisinden dönüşte, Kekova’da yenen balığın, kalamarın ve birer kadeh biranın tadı damaklarda kaldı.


Boşuna demiyor şarkılar “ Akdeniz akşamları bir başka oluyor “ diye... Gün bitimlerinde havanın loşluğu, dingin havanın büyüleyici hoşluğu ve birkaç dublenin tatlı sarhoşluğu... Duygular yorgun dimağları yıkadı; kasıp kavurdu, enerji kattı yüreklere... Dört günlük bir şeydi işte ; anlatılmaz...

Turizm Otelcilik Yüksek okulunun işlettiği Akçagerme plajındaki deniz sefasından sonra, bir asfalt genişliğindeki yolla birbirine bağlanan iki küçük yarımadaya doğru uzandılar. Bir lezzet durağıydı; güleryüzlü, şeker sözlü Lütfiye hanımın derme çatma evi ve bahçesi... Birkaç kişinin bildiği bu tanıdık yüz; onbeş yıldır hiç değişmemişti sanki. Lütfiye hanım, tül gibi açıp sacta kızarttığı otlu, peynirli, patlıcanlı, patatesli; ardından tahin ve cevizli, ağızda dağılan gözlemelerini çayla birlikte sundu onlara. Yemek sırasında küçük de bir sır verdi; güneşte kurutulup toz haline getirilen karadut, kimyonla birlikte balık pişirilirken serpilirse, tadına doyum olmazmış... ???


Çeşitli dükkanların, kafe ve restoranların bulunduğu, Kaş’ın şirin çarşısının içinde, Likyalılardan kalma bir kral mezarı var. Birkaç bölümden oluşan bu anıt mezar, koca bir çınar ağacının dibine yerleşmiş. O zamanlar kral ölünce , yalnız kalmasın diye yardımcısını da öldürüp alt bölüme koyarlarmış. M.Ö. 400 yılına ait bir medeniyetin parçası bu.


Son gün, otelin sahildeki şezlonglarında günbatımını seyretmenin keyfi muhteşem... Karşıdaki Meis adası, uzanacak kadar yakın görünüyor. Ne yazık ki yabancıya ait bir adacık bu.


Aynı gece birbirine bağlı iki helikopter pistinden, Kaş’ın ışıltılı güzelliğini seyrettiler. Sayılı günler, saatler ne çabuk geçmişti. Dönüş yolunda ; billur maviliğe paralel giderlerken, iki yarımadacığın olağanüstü görüntüsüne veda ettiler.


Son olarak Fethiye Saklıkentte mola verildi. Son yıllarda keşfedilen bu kanyon, sarp kayaların içinde yaklaşık onbeş kilometre uzunluğunda bir doğa harikası... Kayaların üstünde, tahtadan inşa edilmiş özel yürüme yolundan geçerek; gürül gürül buz gibi suların, yer yer fışkırıp aktığı taşların üzerinde ilerlemeye çalıştılar. Yeşilin, mavinin, suyun, taşın uyumu muhteşemdi. Güneş sanki gizli bölmelerden geçip, yapraklar arasında oynaşıyordu. Kısa bir turun sonunda , bu saklanmış dünyadan çıktılar. Doğal su kanallarının üzerine kurulmuş restoranda, bir ızgara alabalık tatmadan gidilmezdi buralardan. Damaktaki, yürekteki lezzetler o kadar karışmıştı ki artık... Tatlı bir hüzünle Dalaman’a giderlerken, her dakikasını ayrı keyifle yudumladıkları, kısacık ama dopdolu günler artık anılarda kalmıştı... Sakin, mutlu, huzurlu gülümsemelerle, bu güzelliklerin tekrarını dilediler...


Bir sevdaymış Akdeniz,
Yeşilden laciverte uçsuz bucaksız;

Torosun eteğine yerleşmiş kıvrılararak
O yakıcı tadı damakta bırakarak;

Muhteşem güneşini yüreğimde hissettim
Avucumun içinden kayıp gitmesin dedim ;

Şu kavak yelleri bizim başımızda da eser,
Akdeniz koylarında daha da deli eser;

Tüm renkler dile gelmiş, kenetli birbirine,
Papatyalar söz kesmiş kırmızı gelincikle;

Bu bir turunç şöleni, portakaldan limona,
Mis gibi rayihalar, dansediyor kolkola,

Kaşını gözünü seveyim Anadolu,
Arsız ruhum doymadı, yine aşkınla dolu...



Bingül Egemen
Mayıs - 2011

AGATHA DİYE BİRİ...

Altmışlı yılların sonlarıydı. Tarihi otelin önünde duran damalı Chevrolet taksiden inen ziyaretçi, uzun bir süre basamaklarda durup soluklandı. Kapı hizmetlisinin yardımıyla girişe doğru ağır ağır ilerledi.

Resepsiyondaki görevli, kağıt üzerindeki ismi okuduğunda, soran gözlerle yaşlı kadına baktı. Kadının dudaklarından belli belirsiz dökülen kelimeler duyulmadı bile... Sadece gözleriyle " Lütfen susun..." der gibiydi. İki gün için kimliğini gizlememişti ama, sanki bedenini saklamaya çalışarak, eski camlı asansörün ferforje kapısından içeri girdi. Odasına çıkartılan valizini takip ederek, yaşından beklenmeyen bir çeviklikle kırmızı halıların üzerinde süzüldü. 411 numaralı odanın kapısından içeri girerken, heyecandan yüreği ağzına geldi. Herşey yıllar önce bıraktığı gibiydi sanki. Aynaya, yatağa, resimlere ve diğer eşyalara baktı. Hayatında kimsenin bilmediği kayıp onbir günü anımsadı. Mutluluk ve hüzün, yüzünde aynı anda dalgalandı. Özlediği manzarayı görmek için Fransız balkonun kapısını ardına kadar açtı. Eyüp tepelerine kadar Haliç ayaklarının altındaydı... Gün batıyordu ve Altın Boynuz, büyüleyici bir sarıya boyanmıştı. Uzun bir süre şehri inceledi; İstanbul'u içine çekti. Geçmişin kucağında kaybetti kendini... Birkaç kez kaldığı bu odada yine aynı huzuru duydu.




Pera Palas onun için İstanbul demekti; buradaki evi ve anıların beşiğiydi. Yıllar önce Şark Ekspresinde Cinayet romanını burada kaleme almış; cumhuriyet döneminin tüm ihtişamına bu otelde tanık olmuştu. Bir avuç insanla kurtuluş savaşında şahlanan bu milletin, on yıl gibi kısa bir zamanda geldiği nokta inanılır gibi değildi... Bu ülkenin ufkunda güneş olan Atatürk'ün ne kadar saygın ve ölümsüz bir lider olduğunu düşündü. Kendisi bir İngilizdi ama dünyanın önünde eğildiği o muhteşem insana hayranlık duymamak mümkün müydü? Onun da bir zamanlar bu otelin en önemli konuklarından olduğunu biliyordu ve bu gerçeği paylaşmak gurur vericiydi ...

Konusu genellikle cinayet olan polisiye romanlar yazardı hep. Yaşamı, başından geçen iki evlilik ve sayısız eserle yoğrulmuştu. Uzun yıllardır yalnızdı. Bu kez gizli yolculuğunun Türkiye’ye son gelişi olduğunu biliyordu... Londra ve Paris’te geçen hayatında, bu ülkenin gündemini ve yıllardır orta doğuda üzerine oynanan oyunları ilgiyle izlemişti. Duygularını; her zaman hikayelerinde izlediği yol gibi, sondan başa doğru kağıda dökerek anlatmak geldi o an içinden. Birden Mustafa Kemal’in mirasına yeterince sahip çıkılmadığını düşündü sıkıntıyla... On yılda onbeş milyon genç yaratanlar bugün neredeydi? Romanlarında kolaylıkla yarattığı kurguyu bu kez yapamadı. Yazmayı erteledi.

Düşünceler onu esir almışken, çoktan akşam olmuş, Haliç ışıklarla donanmıştı. Bu gece dinlenmeli, kendini yarına hazırlamalıydı. Bir tek gün gönlünce gezecek ve bu son özgürlüğünün tadını çıkaracaktı. Yutkundu; genç ve güzel bir kadın yazar olarak katıldığı muhteşem baloları anımsadı, içi ürperdi... Balkon kapısını kapatıp ağır hareketlerle yatmaya hazırlandı. Yorgun vücudunu yatağa bırakırken, düşünde, balo salonundaki genç Agatha Cristie olmuştu bile... Kaleminden hep cinayet hikayeleri dökülse de, o bir kadındı. Derin çizgiler yerleşmiş yüzüne bir gülümseme yayıldı... Belki de hayatının sırrı olan o muhteşem onbir günü tekrar yaşıyordu...

Bingül Egemen
Nisan 2011 - Pera Palas

27 Mart 2011 Pazar

BABAMA MEKTUP...




Babam arabasını ve gezmeyi çok severdi; hiç üşenmez, pazar günleri bizi mutlaka boğaza götürürdü. Emirgan, Sarıyer, Rumeli Hisarı, Tarabya, Bebek... Karmaşasız, gürültüsüz, mis gibi boğaz havasını her haftasonu içimize çekerdik.

İstinye deyince aklıma hep, artık tarihe karışmış olan gemi tersanesi gelir. Tersanenin hemen yanındaki sahilde; birkaç masalı, küçük çay bahçesi, haftasonları uğrak yerlerimizdendi. İstanbul'da trafiğin çile olmadığı; arabanın arka koltuğunda kendimi dünyada nokta kadar küçük hissettiğim yıllarda, ailece buraya gelirdik. Sahilden, kocaman gemileri barındıran tersaneye bakınca; masallardaki bir dudağı yerde bir dudağı gökte olan devleri anımsardım küçük aklımca... Çaycı saf delikanlı Sadık, koştura koştura çayları dağıtırdı; onun tavşan kanı çaylarına bayılırdı bizimkiler... Kağıt helva ve dondurma da benim olmazsa olmazımdı. Annemle babaannem sahilde oturup çaylarını yudumlarken; ben babamla elele, benim minik adımlarımla, Yeniköy'e dönen köşedeki dondurmacıya giderdik. Derme çatma, gösterişsiz, küçük; harika dondurma ve sütlü tatlılar yapan bu yer, bugünün ünlü Zeynel'i olacaktı... Sahilin yeşili, denizin mavisi, güneşin sıcağı başkaydı İstinye'de...

" Babacığım,

Son zamanlarda İstanbul doldu taştı, teknoloji çıldırdı, tüketim had safhada, ipin ucunu iyice kaçırdık... Artık insanlara mağazalar, marketler yetmiyor; neredeyse her semtte, devasa alışveriş merkezleri açıldı... Yaklaşık yirmi yıl içinde sayılamayacak kadar çoğaldılar. Buralarda lokantadan sinemaya, her çeşit mağazadan spor salonuna kadar, her ihtiyacını buluyorsun. İnsanlar burada buluşuyor, tüm aktiviteler burada gerçekleşiyor. Merdivenler bile hareketli ; o yürüyor, seni yürütmüyor, yormuyor...

Babacığım; İstanbul'da mesafeler öyle uzadı, trafik öyle sorun ki; bir yerden bir yere gitmek saatler alıyor. Çok istediğim halde, bugüne kadar bir sebep olup da buraya gelememiştim. İstinye semtinin adı, artık İstinye Park ile özdeşleşti, böyle bilinir oldu.

Maslak - İstinye sapağından sağa gidip, bayır aşağı inerken solda, büyük bir alanda inşa edilmiş. Üç katlı , semt büyüklüğünde bir mekan burası; küçük bir şehir adeta. Camlı asansörün üzerindeki ışıklı pano öyle canlı ve gözalıcı ki; teknolojiyi siyah beyaz televizyonda bırakan sen, buna inanamazsın. İnsancıklar içinden atlayıverecekler sanki. Tam karşıda, süs havusundaki fıskiyeler, üç kat boyuna ulaşıyor neredeyse... Renkler ve suyun uyumu harika. Göbekte; Vogue dergisi, "Cüretkar Bir Yıl" sloganıyla, siyah beyaz ve renkli binlerce resimden oluşan, kule şeklinde bir stand yapmış. Çok güzel bir isim bu; çünkü hayat artık çok cüretkar gerçekten. Bir bilsen...

Vitrinin birinde gözüme takılıyor: " Hayat Renklerle Güzel ". Evet; burası gerçekten çok renkli ve cezbedici... Şehir karmaşasından kurtulup, kapağı buraya atarak; yağmurdan, çamurdan, tozdan uzak bir gün geçirmek mümkün bu merkezlerde. Çoğunda olduğu gibi, burada da Türkçe kelimelere rastlamak zor. Hele burası, daha bir küçük Avrupa olmuş... Üst katta Hillside City Club var. Fast foodların yarattığı obeziteden, burada spor yapıp kurtulabilir ve form tutabilirsin. Ama tabi, cebin doluysa...




AVM'ye gelirken bir bütçe yapmak gerek zaten. Gezip eğlenip, yiyip içip, sinemada soluklanıp, bir de alışveriş yaparsan vay haline... Alt katta elini, cebini, hatta gözünü bile yakabilecek sebze meyvelerin sergilendiği İstinye Pazarı açılmış. Harika natürmortlar gibi hepsi; sadece seyirlik cinsten...

Son zamanlarda, insanlar bir nostalji tutturdu. Doğal olanı yok edip, sahtesini yaparak geçmişi yad ediyorlar. Eski evler, mis gibi Türk kahvesi, binbir çeşit aktar, geçmişi canlandıran yığınla obje... Hepimiz bu çarkın içinde ortama uyup gidiyoruz...

İstanbul'da yaşayıp, yabancısı olduğum bir köşesini ziyaret ettim bugün, bu megakentin... Birazdan dışarı çıkıp, eve ulaşmak için savaş vereceğim. Bu şehir çok değişti babacığım, hiç bıraktığın gibi değil... Görmeyeli İstinye de çok değişmiş... "

Bingül Egemen
18.Mart.2011
İstinye Park AVM

27 Şubat 2011 Pazar

YÜREĞİM BALAT’TA KALDI...


Üç katlı köhne binanın yıkılacakmış gibi duran, yer yer çatlak cumbasında oturan yaşlı bir kadın... Hüzünlü bakışlarla, dalmış gitmiş uzaklara... Eski Balat’ı düşünüyor belki de benim gibi. Yağmur çiseliyor, hava kasvetli, soğuk içine işliyor insanın. Vodina caddesinde ağır ağır yürüyorum. Prens Dimitrinin sarayının önünde bir an durup, bir sayfa çeviriyorum zihnimde.

Çok iyi bildiğim bu sokaklarda , nereye gittiğimi pek bilemiyorum. Yeşil, kırmızı, sarı, ya da renksiz, boyasız , çoğu eski surlarla kaynaşmış görüntüdeki evlerin arasında, bir sağa bir sola yalpalıyorum. Kimi zamana direnmek için zoraki yenilenmiş, kimi bomboş, duvarları çatlak , harap, yıkık... Adımlarım beni bilinçsizce, o tarihi çeşmenin olduğu yol ayrımına getiriyor.

Tam köşede, sıvaları dökülüp beyazlamış yeşil boyalı evin önünde duruyorum. Gözlerim, fistolu perdelerin süslediği o ahşap pencerelerde güzel yüzünü arıyor. Uzansam dokunabileceğim , camları kirli beyaz demir kafesli cumbadan, beni görünce atıverdiğin küçücük kağıt parçasını arıyorum. Aniden bastıran sağnak , beni kendime getiriyor. Yıllar önce gördüğüm düşten uyanıp, parke taşlı yokuşu tırmanıyorum.

Fener Rum Lisesinin labirent merdivenlerinden ağır ağır çıkıyorum. Nam-ı diğer Kırmızı mektebim aşağıdan bakılınca, gökyüzüne çizilmiş bir resim gibi.... Yine bütün ihtişamıyla, Haliçin koynunda, dünyadan soyutlanmış kapalı bir kutu... Yakam bağrım açık, bu yağmur sel olup beni geçmişe sürüklesin, sana getirsin istiyorum. Demir parmaklıklara yaslanıp, Haliçe tepeden bakıyorum yine, öğrenciliğimdeki gibi...


Birazdan zil çalacak, heyecanla yokuş aşağı koşmaya başlayacağım. Sana kavuşup sarılacağım, hasretini dindireceğim, sur içindeki küçük kovuğumuza atacağım kendimi... Ya da o minik notta yazdığı gibi, vapur iskelesinde ya da kıyıda, hastanenin yanındaki ağaçlıkta buluşacağız... Bir zamanlar çocuk olup koştuğumuz; kardeşçe, arkadaşça büyüdüğümüz sokaklarda; kaybolan aşkımı arıyorum ben...

Seninle arkadaş, sırdaştık; sonra da bir elmanın iki yarısı sevgili, sevdalıydık. Ne yazık ki beraber olamazdık; biz birbirimize yasaktık sevdiğim... Çünkü adımız Stelyo ve Melek’ti...

Güneşli bir havada uğrasaydım sevgilime,
Ruhum farklı olmazdı şüphesiz,
Ama beni böyle bir günde çağırmış,
Açığa çıkmış, bağrındaki yakıcı giz...
Yorgo, Hristo, Eleni,
Ayşe, Mehmet, Ali,
Hepimizin kocamandı çocuk kalbi,
Dünyaya yeterdi bir yudum sevgi,
Yolumuz birlikte, hayat toz pembeydi,
Oysa acımasız kurallar vardı
Bilemezdik çalacaklarını güneşimizi,
Güller hep dikenliydi,
Çünkü adımız Stelyo ve Melek’ti...
Burada yitirmiştim ben kalbimi,
Canımı, tek aşkımı, sevdiğimi,
Hoşçakal Balat,
Hoşçakal masumiyetin meleği....


Bingül Egemen
Balat – 25.2.2011

6 Şubat 2011 Pazar

O GECENİN ARDINDAN...




Herkes iki dirhem bir çekirdek... Otuz yıl öncesinden kopup gelen bir duygu seli...
Yüzlerde tebessüm, daha da ötesi, ağızlar kulaklarda. Rengarenk bir gece bu; karanlık ne kelime...
Kapıdan girersin, her duyduğun sese, her güldüğün yüze sarılırsın; her gönüldeki sıcağı duyarsın..
Herkes güzel, canlı, umutlu, saygılı, sevgili... Hüzünler, sorunlar, hayat mücadelesi kapının dışında kalmış, içeri giremiyor...

Bir hikaye anlatılır, coşkuyla, dillere dolanmış yıllarca. Bir hikaye ki otuz yıldır tükenmeyen ve sonu görünmeyen... Bir sinerji ki, insanı yücelten, çoğaltan, ikiyle değil üçle beşle çarpan... Kimler gelmiş kimler geçmiş bu sıralardan, bu kapılardan... Bizim de yollarımız bir şekilde kesişmiş, yetmişaltıda, hayatımızın baharında... Gerçi bize hala bahar, yılların ne önemi var...

Arada kayıplarımız olmuş, çok acımış yüreklerimiz, tuz basılmış yaralara; ateş daha
çok düştüğü yerleri yakmış; onları en güzel gecede sevgiyle, hasretle anmışız...
Uzun yıllar, belki bir ömür geçirmişiz birbirimizden habersizce. Savrulmuşuz sağa sola gençlik ateşiyle, enerjisiyle. Kanımız deli akarmış o zamanlar...




Kimi mesleğini icra etmiş hakkıyla, kimisi farklı dikiş tutturmuş hayatın çapraşık yollarında.
Kimi öyle, kimi böyle yürümüş, bugünlere gelmişiz.
İşte yine pembe binada buluşmuşuz. Dili olsa da konuşsa dediğimiz her bir taşında sıra sıra oturduğumuz, duvarlarında bir zamanlar "DevGenç", "Tek Yol Devrim" yazan pembe renkli binamızın
yeni ilavesi havuzbaşındayız. Devrimi ülkede mi yoksa hayatımızda mı yapmışız; ya da hiç yapamamış mıyız... Yoksa sadece rüzgar bizi önüne katıp sürüklemiş mi?
İşe güce dalmışız; yaşamla savaşmış, boğuşmuşuz; çoluğa çocuğa karışmış, sevgiler büyütmüşüz hepimiz. Bir hır bir gürle geçmiş yıllar gözümüzün yaşına bakmadan.

Şu anda gamı kasaveti kapı dışarı edip, birkaç saatliğine çocuk olmuşuz, gençleşmişiz,
şakalaşıp gülmüşüz şen şakrak... Hocamız da dedi ya, ele avuca sığmamışız zamanında...
Bir o kadar da kıymetli bir sınıfmışız. Serde biraz hababamlık mı varmış ne ?




Aman canım herkes yine aynı işte, kimse değişmemiş ki.. Hiç yaşlanmamışız, sadece yaş
almışız hepsi o kadar. Delikanlılarda biraz kırlaşmış saçlar (kimi biraz dökülmüş mü ne, gece pek belli olmuyor), kızlar bu konuda biraz şanslı tabi (kozmetik sağolsun). Sonra gözlerde yakın gözlükleri ; sadece gülünce yüzlerde beliren incecik çizgiler; kiminde fazladan birkaç kilo, falan, filan..
Hiç mi hiç değişmemişiz canım. Bizde bu sımsıcak yürekler, yüzlerde gülücükler
olduktan sonra... Şimdi geçen yıllara inat kadeh kaldırıyoruz birlikte; birbirimize ve
ismi lazım değil birilerinin şerefine...

Hadi bir otuz seneye daha var mısınız? Hep beraber, elele...
Hep gülmek; hayata gülümsemek dileğiyle...
Tekrar buluşana dek, sevgiyle kal Kimya 76...


Bingül Egemen
29.Ocak.2011

31 Ocak 2011 Pazartesi

İSTANBUL'U YAZANLARIN ÖYKÜSÜ




Küçüklüğümden beri kağıt parçalarına, defter kenarlarına, oraya, buraya, ya da belki içime, beynime yazmışım, saklamışım şiirlerimi, anılarımı... Şimdi hepsini sandıktan çıkarıyorum sanki... Tozlu raflardan üfleyip seçiyorum anıları. “Sende ne cevherler varmış” cinsinden övgüleri, çok sık duyar oldum son zamanlarda... Bu çok güç kazandırıyor, destek veriyor insana ... Karalamalarım değer kazandı, hem çevremin hem de kendi gözümde...

İstanbulu yazıyorum grubunu tanıdığıma çok seviniyorum. Bir yıl önce yola çıkan bu gemiye dört ay önce Burgaz adadan bindim. Gülyüzlü, güleryüzlü, tatlı sesli, şeker sözlü bir kaptanımız var. Tren, vapur farketmiyor; yedi tepe İstanbul’u geziyor, yeniden öğreniyor, birlikte keşfedip, birlikte yazıyoruz. Teşekkürler Yeşim kaptan... Şimdi İstanbul'u ayrıntılarda yaşamak daha bir keyifli; daha çok gezmek, daha çok yazmak gerek. Zaman zaman tanıdık mekanlar oluyor durağımız. Sevgi tadında kekler, çörekler, kahveler, çaylar eşliğindeki sohbetlerimiz, paylaşımlarımız nasıl da hoş oluyor. Yepyeni mekanlarda da sevimli grubumuz çok dikkat çekiyor ve bizi çok içten karşılıyorlar. Her limanda, pozitif enerjinle sımsıcak ortamlar yaratıyorsun Yeşim kaptan......

Güzel İstanbul yüzyıllardır şiirlere, romanlara konu olmuş; biz de rüzgarına kaptırdık kendimizi. Gönül sohbet ister , kahve bahane misali biz de şehr-i İstanbul'u dilimize doladık... Bazen yazacak ne çok şeyim varmış diye şaşıyorum kendime. Kelimeler üstüme gelip, beni esir alıyor. Onları kağıda dökmezsem rahat bırakmıyorlar. Dolmuşta, vapurda, köşede, bucakta çıkarıyorum hemen kağıdı kalemi... Çizip karalayıp, notlar alıyorum. Yazmayı çok sevdim, daha da seveceğim anlaşılan. Bu arada güzel, canım kuzenim Tuğba’dan da söz etmeden, ona teşekkür etmeden geçemem. Ablasını elinden tutup getirdiği, sizi tanımama sebep olduğu için...

Yaşam boyu sağlık ve mutlulukla temiz ve berrak sularda seyret; yolun ve bahtın açık olsun; yüzünde açan güller hiç solmasın Yeşim kaptan... Teşekkürler... İyi ki doğdun ...

Haydi kalkın, demir alıyoruz, daha uğrayacak çok liman var...


Bingül Egemen
Ocak - 2011

NİŞANTAŞI’NDA BİR KUŞ MİSALİ…




İnsanoğlu bir kuş misali derler, uzaklar söz konusu olduğunda... İnsan ömrü de uzun bir yolculuk değil midir? Biz de bu zaman tünelinde nerelere uçar , nerelere konarız... İşte ben onbeş yıl buralarda kanat çırptım... Nişantaşı benim yurdum, yuvam, çocukluğum, gençkızlığım, ilk heyecanlarım, pembe hayallerimdir.

Bu semt İstanbul'un Avrupasıdır. Modern, hareketli, gece gündüz aydınlık, yaşayan, ruhu olan bir semt... Valikonağından başlayarak, Abdi ipekçi veya Rumeli caddesine yürüyüp; mağazaların, cafelerin arasında şöyle bir tur atmak gözünü, gönlünü açar insanın... Birbirine yaslanıp kaynaşmış, adeta nefes almakta zorlanan eski binalarına, daracık sokaklarına, kozmopolit insanına, baş döndüren keşmekeş trafiğine rağmen vazgeçilmeyen, büyülü bir dünyadır burası. Bir yılı daha tükettiğimiz şu günlerde yine gelin gibi süslenmiş, allanmış, pullanmış, ışıl ışıl yanıyor sokaklar. Kimbilir kimlerin anılarını saklar ama benim anılarımı koynunda sarıp sarmalamıştır Nişantaşı...

Rumeli caddesinden Maçka'ya doğru inerseniz; dört giriş kapısı, altmışdört dairesi olan heybetli Maçka Palasa gelirsiniz. Doksanlı yıllara kadar sadece konut olan ; sonraları ünlü giyim mağazalarına ev sahipliği yapan, üst katları da otel olarak kullanılan o güzel, tarihi Maçka Palas, benim bir dönem yıllarımı geçirdiğim yuvamdı. Normalden yüksek tavanları, kocaman salonu, salonla çelişen labirent şeklinde küçük odaları yla eski İtalyan mimarisinin güzel bir örneğiydi. Bugün yine üçüncü kapısının önünde durdum, içeri bir göz attım. Bir zamanlar; sırtımda okul çantamla koşa koşa çıktığım eski, basık mermer merdivenleri ve yüzyıllık, camlı, çift kapılı, zincirli asansörü aradı gözlerim... Artık içinde bambaşka bir dünya var benim güzel eski evimin... Çünkü binanın ön cephesi orijinal haliyle korunup , içi tamamen restore edildi yıllar önce. İçim burkuldu bir an... Şıkır şıkır yanan spot lambaların aydınlattığı, aslında hayranlık uyandıran mağaza beni hiç çekmedi, adımlarım geri gitti, arkamı döndüm ve yürümeye devam ettim...

Bir film şeridi gördüm kapı aralığında,
Bir prenses miydim ben baba ocağında,
Babam sallanan koltuğunda,
Annem mutfağında, yemeğinin başında,
Ben küçük odamda, koskocaman dünyamda,
Gençlik hayallerimin gökkuşağında...
Bir ışık huzmesiyle gözlerimi kapadım
Meğer film bitmiş, birdenbire uyandım...

Aynı caddeden aşağıya doğru devam edince, önce altı yılımı geçirdiğim Nişantaşı Kız Lisesi, biraz ileride de İstanbul Teknik Üniversitesi yer alır. Eğitim hayatımda zaman ve yol bakımından çok şanslıydım. Mezunu olmaktan gurur duyduğum okullarım yanyana ve evime o kadar yakındı ki, trafikle boğuşan çoğu arkadaşım bana gıpta ederdi. Hatta, olaylı üniversite günlerinde, polis kordonu altında Maçka Palasın önünden yürürken, balkondan annemin heyecanla bizi izlediğini anımsarım. Zaman zaman da birkaç arkadaşımla bizim üçüncü kapıdan kaçabildiğimizi...

Kırmızı ve yeşilin hakim olduğu Abdi ipekçi'de minicik ampullerin ve avizelerin oluşturduğu ışık seli, adeta dansediyor, göz kamaştırıyor. Adım adım ilerleyen trafiğin içinde, kırmızı halının üstünde fayton sefası yapanları görmek, çok ilginç ve şaşırtıcı doğrusu. Şu köşeden de geyiklerin çektiği kızağıyla Noel baba da çıkar mı acaba?

Caddenin ortasına kurulmuş yılbaşı takının üzerindeki dijital saatin geri giden saniyelerini keşke durdurabilsem... Saatin altındaki boşluktan zaman tüneline girsem, biraz daha geçmişe dokunabilsem bu akşam. Saçını atkuyruğu toplamış , üzerinde formasıyla , o küçük kız olsam birkaç saatliğine ... Lisemin kapısında, elinde bana aldığı simitiyle bekleyen ak saçlı dayıcığımı görebilsem…

Bugün bir düş gördüm Nişantaşı’nda. Zaman geçer, anılar bir düş olur her zaman. İnsanoğlu kuş misali... Gün geldi uzaklara çırptım kanatlarımı... Ne zaman buralara uğrasam; bir nedenle yolum düşse; bu sokaklar, bu semt, bu gökyüzü benim diyesim gelir...

Bir başkadır buraların bendeki tadı,
Çekip alıyor ruhumu, aklımı...
Yine ışıl ışıl çeliyor yüreğimi,
Koparıp götürüyor geçmişe tüm benliğimi...
Akıyor yine o pırıltılı şelale,
Nostaljik kareler buğulu gözlerimde...
Dokunmuş sihirli değneğini yılbaşı
Coşmuş, taşmış yine; büyülü Nişantaşı...


Bingül Egemen
Nişantaşı – 27 Aralık 2010

BOĞAZA SEVDALI ORTAKÖY




Rengarenk bir etek takmış ince beline,
Işık saçar döner panayır yerine,
Çal kemancı aşkı getir dilime
Oyna çengim çingenem
Ortaköyüm şenlensin...

Boğaziçi takmış gerdanlığı kuğu boynuna,
Bu semt suya sevdalı, kapanmış ayağına,
İnciler ışıldar dalgalı saçlarında,
Dalgalar mavili, kıvrımlar menevşeli,
Kıyılar hülyalı, şarkılar ateşli,
Söyle çengim çingenem
Ortaköyüm şenlensin...

Umutla atar oltasını balıkçı,
Kuşların çığlıkları yırtar sessiz sabahı,
Sahile inen yolda sağda solda kafeler,
Tüttürülen nargile, dostla içilen kahveler,
Her gözde, her gönülde hüzünlü hikayeler,
Anlat dostum sırdaşım
Ortaköyüm içlensin...

İncik boncukla dolu, renk cümbüşü tezgahlar,
Aklı başlardan alan, gülümseten eşyalar,
Bakmadan edemezsin, almadan geçemezsin,
Bu sevimli pazara arkanı dönemezsin
Haydi durma, o küçük mutluluk senin,
Tak takıştır cancağzım
Ortaköyüm renklensin...

Açılır sahil boyu tarihin yaprakları
Ne muhteşem, heybetli şu Çırağan Sarayı,
Yüzyıldır sarmalamış kucağında denizi,
Geçmişten geleceğe güzellik abidesi
Sen de bil, unutma ! Sahip olduğun değeri,
Selam ver tarihine
Ortaköyüm sevinsin...

Buram buram kokudur Esma Sultan yalısı
Yenilenip paklanmış olmuş bir sırça saray,
Kollarının altında ilim irfan yuvası
İki yana yerleşmiş Kabataş, Galatasaray...
Okulları, hamamı, Mecidiye Camisi,
Kafeleri, meydanı, kumpiri, iskelesi,
Oku, yaz arkadaşım
Ortaköyüm dillensin...

Yine akşam oluyor, loş karanlık çöküyor,
Artık farklı hayatlar Ortaköye koşuyor,
Kafeden meyhaneye, akşamdan sabahlara,
Türküden şarkılara , aşklardan tutkulara,
O gizemli gecenin büyüsüne merhaba !
Haydi ! Çal , söyle, eğlen,
Dostum, çengim, çingenem,
Dillensin günüm gecem,
Ortaköyüm şenlensin...


Bingül Egemen
30.Kasım.2010
Ortaköy

ESKİ İSTANBUL’U ESKİTEMİYORUM




Ben bilirim buraları; suyunu, toprağını, kuşunu, böceğini, sokakları, bahçeleri, bostanları, hatta buz gibi suların çekildiği artezyen kuyularını... Renk cümbüşlü mis kokulu bahçeleri, dut, incir, erik, kayısı, ceviz ağaçlarını; ıhlamurun o insanı esir alan kokusunu ...

Küçücük gözüme upuzun, kocaman gelen henüz asfaltlanmamış toprak yolları hatırlıyorum... Çocukluğumun Suadiyesi, Erenköyü bu gözümde canlanan... Güzellikler öyle bir mühürlenmiş ki içime, benimle birlikte hala yaşıyorlar. Ucundan , kıyısından da olsa bunları yakalayabilmiş olmanın keyfi anlatılmaz. Tren yolunun iki sokak üstünden sahile doğru bakınca, denizi, adaları görürdük ufukta.... Şimdi ne mümkün. Bir zamanların; tek veya en fazla üç katlı; çiçekli, ağaçlı, kamelyalı , bahçelerinde koşup oynadığımız , ağaçlarının tepelerinde gezdiğimiz o güzelim evlerinden eser yok artık.

Kazım Karabekir caddesine doğru hızlı hızlı yürüyorum; bu caddeden yaşamım boyu kimbilir kaç kere geçmişimdir. Suadiyeden Erenköye doğru, tren yoluna paralel giden bu yol da, modernleşmeye ve maddi kaygılara yenik düşerek koca koca binalarla taşlaşmış durumda. Bu bloklar yapılırken, kimbilir kaç tane asırlık ağaç feda edilip kesilmiştir...

Tarihi köşke ilk gelişim on yıl kadar önceydi. Tenise merak sardığım zamanlar, bir arkadaşım Uğur Tenis Klübüne götürmüştü beni. İlk Tenis dersimi Kazım Karabekir’den aldım. “ Hadi canım sen de “ demeyin; çünkü hocam üçüncü nesil yani torun Kazım Karabekir’di. Aile o zaman, şu anda müze olan köşkte oturup, bahçelerinde, birbirine bitişik üç korttan oluşan bir tenis klübü işletiyordu. Timsal hanımı o zaman tanımıştım. Güzel, alımlı, hoşsohbet, gülünce yüzünde güller açan eski bir İstanbul hanımefendisiydi. Bugün yine aynı izlenimi yaratıyor bende, on yılda hiç değişmemiş. Kazım Karabekir Paşanın üçüncü kızı, eskilerin deyimiyle tekne kazıntısı olan son çocuğu. Çünkü Hayat ve Emel isimli ikiz ablalarından tam ondört yıl sonra doğmuş. Bugün almışdokuz yaşında. Destansı savaş öyküleriyle büyümüş. Babasıyla ilgili tarihi anlatırken gürül gürül akıyor; köşkün resimlerle ve anılarla bezenmiş odalarında dolaşırken kurtuluş savaşını yaşatıyor bize adeta. Silahları; savaşta kullanılmış ve zahmetle saklanmış objeleri ; eski Türkçeyle yazılmış sayısız kıymetli belgeyi; Sarıkamışta, giyilip taşınması bile güç olan kar postallarını izlerken, Timsal hanım sabırla, tane tane anlatıyor. Sesinin tınısındaki güçle, Türk ordusunun rap rap ayak seslerini yüreğimizde hissediyoruz sanki... Karabekir paşanın, yetimleri nasıl sahiplenip eğiterek, meslek sahibi yaptığını, piyano ve kemana ilgisini, müzik tutkusunu, bestelediği marşları, yazdığı kitapları anlatırken coştukça coşuyor . Anne ve babasının birbirlerine olan aşkını, ikiz ablalarını, aile yaşantılarını, ailedeki evlilikleri, çocukları, torunları, resimlerle yaşıyoruz.

İkibinli yılların başında, eski kortların alanına inşa edilen Cumhuriyet apartımanının iki bloğunun arasında kalan beyaz demir sandalyeleri gösteriyor. Onlar da köşk kadar eskiymiş. Aynı sandelyeleri ben bir yerlerden hatırlıyorum. İnsan beyni öyle bir kelebek ki, bir anda bin yere konuyor. Ne garip; şu ortamda bile insan kendine dokunan birşeyler buluyor.

Tarihi Köşkün zamana direnerek ayakta kalması, bugün müze haline getirilerek bir devri ölümsüz kılması çok sevindirici. Masal tadındaki kahramanlık öykülerinin sarhoşluğu içinde , köşkten ayrılıyoruz. Hepimizi ayrı ayrı kucaklayan Timsal hanıma bugün için teşekkür edip vedalaşıyoruz. Ağır adımlarla Erenköyden Suadiyeye dönerken düşünüyorum.
Ben bile , eskileri özlemle anımsayıp, düşlerimde İstanbulu eskitemezken ; bu ülkenin bir avuç insanla nasıl yoktan varedildiğini , tarih kitaplarından değil, bizzat babasından dinleyerek büyüyen Timsal hanım nasıl eskitsin?...

Bingül Egemen
22.10.2010
Erenköy

PERA'DAN BEYOĞLU'NA...




Bu bir İstanbul masalı
Rengarenk ve tükenmiş hayatların
İçiçe yaşandığı...
Hergün, her an yeni bir olaya,
Yeni bir aşka gebe
Bu semtin sokakları.

Zamane gençliği cıvıl cıvıl, kol kola,
Blucini takmış ayağına,
Başka şey takmadan kafaya
Boydan boya dolduruyor İstiklal'i,
Her köşeden bir ezgi geliyor,
Bir nağme, bir haykırış, bir melodi.
Kozmopolit bir dünya,
Bir insan mozaiği.

Ben gençken bir Bab Cafe vardı
Emek sineması karşısı,
O dar yolun en sonu, köşesi,
Self servisle tanışma,
Jetonla çalışan müzik kutusu,
Hala burnumda doğrusu
Cafenin o gizemli kokusu...

Emek sineması şahane,
En güzel ses, dekor, sahne düzeni,
Deri koltuğa şöyle bir yerleştinmi
Doyum olmaz seyretmeye filmi.
Olmazsa olmazlardan pastane inci,
Hala damağımda o ilk profiterolün lezzeti...

Aslında yetmişli yıllarda
Buralara çekinerek gelirdik,
Yozlaşmış salonlar, kepaze filmler,
Kötü bakışlar, art niyetler,
Birkaç beylik nokta hariç
İstiklale gelmeye ürkerdik.
Neyse ki zamanla bir silkinmiş,
Aslına dönmüş, kendine gelmiş
O sahte kıyafeti çıkartmış,
O berbat furyayı dışlamış...

Bir nesil öncesini nasıl da kucaklamış oysa ,
Annem ne hoş anlatır ballandıra ballandıra
Şöyle salına salına, taktı mı babamı koluna,
Doğru Markiz’e ya da Lebon’a...
Başlıbaşına bir serüven, bir aktivite,
Böylesine piyasa bu caddede..
Güzel, alımlı, zarif hanımlar,
Kibar, afilli, efendi beyler,
Bele oturan kabarık, kloş etekler,
Evazeler, volanlar, şapkalar, eldivenler,
Birbirine aşina yüzler; yüzlerde gülücükler,
Ne güzel anlatır annem,
Adımbaşı bir tanıdığa selam veren babamın
Fötr şapkalı, pür tuvalet
Janti , takım elbiseli fiyakasını...

Bir rüyaymış o zamanlar vesselam
Şimdi edilmiyor ki böyle güzel bir çift kelam..
Şimdilerde Beyoğlu ayrı bir alem...
Gecesi gündüzü, önü, arkası
Sağı,solu, köşesi kuytusu,
Yerlisi, yabancısı, mutlusu, çilekeşi,
Kalbindeki girdaba dolanmış avenesi,
Bir zamanların Pera 'sı, cenneti,
Tarihin, kültürün , sanatın beşiği,
Yeşilçamın Muhsin beyi, komşu madam Eleni,
Sevda hanımın mor salkımlı sümbülleri
Neler olur, neler biter, neler yaşanır sokaklarında
Kimi kaybolmak ister
Kimi yeniden doğmak kucağında.

Sen! Köşedeki küçük çiçekçi kız,
Gülsün yüzün, mahzun bakma,
Unutma;
Beyoğlunun yarınları var...
Beyoğlunun umutları var...



Bingül Egemen
7.Ekim.2010
Beyoğlu

BURGAZ




Sonbahar hüznünü yavaş yavaş hissettirirken, yazdan kalma bir gündü o gün... Yeni şeyler keşfetmenin, yeni dostluklar kurmanın heyecanıyla, martıların her zamanki eskortluğunda Burgaz’a ulaşıyoruz.

Adalar , Bizans döneminde saraylıların sürgün yerleri olduğu için Prens Adaları diye anılırmş. O zamanlar, sultanların, saraydan sürgüne ve esarete geçmelerinin an meselesi olduğu düşünülürse, bu güzel adaların çileyle mutluluğu aynı anda sunduğunu zannediyorum! Bu harika sığınakta çekilen çileye can kurban...

Daha önce birkaç kez geldiğim Burgaz ada, nedense bana bu dört adanın incisi gibi gelir. İskelenin yanındaki Rum meyhanelerinin sadeliği, diğer adalardaki alternatiflerinden daha hoş gelmiştir hep. Üstelik bu sefer daha başka yudumladım Burgaz’ın güzelliğini...

Faytonlara yaklaşırken soluduğum havanın kokusu bile hoş geliyor, atmosfer değiştirip kırsala geçmişiz artık... Çocukluğumun Suadiyesinde bile hatırladığım faytonlar, artık sadece adaların nostaljik sembolü haline geldiler. Çok uzun zamandır bu tadı unutmuşum. Zaten adalar İstanbulun göbeğinde başlı başına birer nostalji beşiği. Huzur veren sessizliği bozan nal sesleri eşliğinde sohbet ederek Kalpazankaya'ya varıyoruz. Bayrağımızın dalgalandığı kayalıklara doğru yürürken , ümit burnunu yeni bulan kaşifler gibiyiz. Burgazı kelimelere dökmek için her anı yudumluyoruz sanki... Anı olarak toplayıp çantamıza attığımız, zamanın izlerini üzerinde taşıyan midye kabukları, birer sanat eseri gibiler.

Tenhalığı; nispeten bakir doğası; güzel evleri; bütünleşmiş yeşili ve mavisiyle kucakladı bizi ; o güzel şarkının nağmelerindeki gibi, insan buraya da ara sıra bir tatlı huzur almaya gelmeli dedim içimden... İstanbul’un yanıbaşında, bu kadar yakın , ama karmaşadan, gürültüden , tozdan, trafikten uzak, bambaşka büyülü bir dünya... Gerçekten daha sık kaçmalı insan buraya. Kaçmak da bu kadar kolayken, hayatta hep ertelenenler listesinde olmamalı bir vapura atlamak, huzura yelken açmak...

Bingül Egemen
24.9.2010