31 Ocak 2011 Pazartesi

ESKİ İSTANBUL’U ESKİTEMİYORUM




Ben bilirim buraları; suyunu, toprağını, kuşunu, böceğini, sokakları, bahçeleri, bostanları, hatta buz gibi suların çekildiği artezyen kuyularını... Renk cümbüşlü mis kokulu bahçeleri, dut, incir, erik, kayısı, ceviz ağaçlarını; ıhlamurun o insanı esir alan kokusunu ...

Küçücük gözüme upuzun, kocaman gelen henüz asfaltlanmamış toprak yolları hatırlıyorum... Çocukluğumun Suadiyesi, Erenköyü bu gözümde canlanan... Güzellikler öyle bir mühürlenmiş ki içime, benimle birlikte hala yaşıyorlar. Ucundan , kıyısından da olsa bunları yakalayabilmiş olmanın keyfi anlatılmaz. Tren yolunun iki sokak üstünden sahile doğru bakınca, denizi, adaları görürdük ufukta.... Şimdi ne mümkün. Bir zamanların; tek veya en fazla üç katlı; çiçekli, ağaçlı, kamelyalı , bahçelerinde koşup oynadığımız , ağaçlarının tepelerinde gezdiğimiz o güzelim evlerinden eser yok artık.

Kazım Karabekir caddesine doğru hızlı hızlı yürüyorum; bu caddeden yaşamım boyu kimbilir kaç kere geçmişimdir. Suadiyeden Erenköye doğru, tren yoluna paralel giden bu yol da, modernleşmeye ve maddi kaygılara yenik düşerek koca koca binalarla taşlaşmış durumda. Bu bloklar yapılırken, kimbilir kaç tane asırlık ağaç feda edilip kesilmiştir...

Tarihi köşke ilk gelişim on yıl kadar önceydi. Tenise merak sardığım zamanlar, bir arkadaşım Uğur Tenis Klübüne götürmüştü beni. İlk Tenis dersimi Kazım Karabekir’den aldım. “ Hadi canım sen de “ demeyin; çünkü hocam üçüncü nesil yani torun Kazım Karabekir’di. Aile o zaman, şu anda müze olan köşkte oturup, bahçelerinde, birbirine bitişik üç korttan oluşan bir tenis klübü işletiyordu. Timsal hanımı o zaman tanımıştım. Güzel, alımlı, hoşsohbet, gülünce yüzünde güller açan eski bir İstanbul hanımefendisiydi. Bugün yine aynı izlenimi yaratıyor bende, on yılda hiç değişmemiş. Kazım Karabekir Paşanın üçüncü kızı, eskilerin deyimiyle tekne kazıntısı olan son çocuğu. Çünkü Hayat ve Emel isimli ikiz ablalarından tam ondört yıl sonra doğmuş. Bugün almışdokuz yaşında. Destansı savaş öyküleriyle büyümüş. Babasıyla ilgili tarihi anlatırken gürül gürül akıyor; köşkün resimlerle ve anılarla bezenmiş odalarında dolaşırken kurtuluş savaşını yaşatıyor bize adeta. Silahları; savaşta kullanılmış ve zahmetle saklanmış objeleri ; eski Türkçeyle yazılmış sayısız kıymetli belgeyi; Sarıkamışta, giyilip taşınması bile güç olan kar postallarını izlerken, Timsal hanım sabırla, tane tane anlatıyor. Sesinin tınısındaki güçle, Türk ordusunun rap rap ayak seslerini yüreğimizde hissediyoruz sanki... Karabekir paşanın, yetimleri nasıl sahiplenip eğiterek, meslek sahibi yaptığını, piyano ve kemana ilgisini, müzik tutkusunu, bestelediği marşları, yazdığı kitapları anlatırken coştukça coşuyor . Anne ve babasının birbirlerine olan aşkını, ikiz ablalarını, aile yaşantılarını, ailedeki evlilikleri, çocukları, torunları, resimlerle yaşıyoruz.

İkibinli yılların başında, eski kortların alanına inşa edilen Cumhuriyet apartımanının iki bloğunun arasında kalan beyaz demir sandalyeleri gösteriyor. Onlar da köşk kadar eskiymiş. Aynı sandelyeleri ben bir yerlerden hatırlıyorum. İnsan beyni öyle bir kelebek ki, bir anda bin yere konuyor. Ne garip; şu ortamda bile insan kendine dokunan birşeyler buluyor.

Tarihi Köşkün zamana direnerek ayakta kalması, bugün müze haline getirilerek bir devri ölümsüz kılması çok sevindirici. Masal tadındaki kahramanlık öykülerinin sarhoşluğu içinde , köşkten ayrılıyoruz. Hepimizi ayrı ayrı kucaklayan Timsal hanıma bugün için teşekkür edip vedalaşıyoruz. Ağır adımlarla Erenköyden Suadiyeye dönerken düşünüyorum.
Ben bile , eskileri özlemle anımsayıp, düşlerimde İstanbulu eskitemezken ; bu ülkenin bir avuç insanla nasıl yoktan varedildiğini , tarih kitaplarından değil, bizzat babasından dinleyerek büyüyen Timsal hanım nasıl eskitsin?...

Bingül Egemen
22.10.2010
Erenköy

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder