26 Mayıs 2011 Perşembe

AGATHA DİYE BİRİ...

Altmışlı yılların sonlarıydı. Tarihi otelin önünde duran damalı Chevrolet taksiden inen ziyaretçi, uzun bir süre basamaklarda durup soluklandı. Kapı hizmetlisinin yardımıyla girişe doğru ağır ağır ilerledi.

Resepsiyondaki görevli, kağıt üzerindeki ismi okuduğunda, soran gözlerle yaşlı kadına baktı. Kadının dudaklarından belli belirsiz dökülen kelimeler duyulmadı bile... Sadece gözleriyle " Lütfen susun..." der gibiydi. İki gün için kimliğini gizlememişti ama, sanki bedenini saklamaya çalışarak, eski camlı asansörün ferforje kapısından içeri girdi. Odasına çıkartılan valizini takip ederek, yaşından beklenmeyen bir çeviklikle kırmızı halıların üzerinde süzüldü. 411 numaralı odanın kapısından içeri girerken, heyecandan yüreği ağzına geldi. Herşey yıllar önce bıraktığı gibiydi sanki. Aynaya, yatağa, resimlere ve diğer eşyalara baktı. Hayatında kimsenin bilmediği kayıp onbir günü anımsadı. Mutluluk ve hüzün, yüzünde aynı anda dalgalandı. Özlediği manzarayı görmek için Fransız balkonun kapısını ardına kadar açtı. Eyüp tepelerine kadar Haliç ayaklarının altındaydı... Gün batıyordu ve Altın Boynuz, büyüleyici bir sarıya boyanmıştı. Uzun bir süre şehri inceledi; İstanbul'u içine çekti. Geçmişin kucağında kaybetti kendini... Birkaç kez kaldığı bu odada yine aynı huzuru duydu.




Pera Palas onun için İstanbul demekti; buradaki evi ve anıların beşiğiydi. Yıllar önce Şark Ekspresinde Cinayet romanını burada kaleme almış; cumhuriyet döneminin tüm ihtişamına bu otelde tanık olmuştu. Bir avuç insanla kurtuluş savaşında şahlanan bu milletin, on yıl gibi kısa bir zamanda geldiği nokta inanılır gibi değildi... Bu ülkenin ufkunda güneş olan Atatürk'ün ne kadar saygın ve ölümsüz bir lider olduğunu düşündü. Kendisi bir İngilizdi ama dünyanın önünde eğildiği o muhteşem insana hayranlık duymamak mümkün müydü? Onun da bir zamanlar bu otelin en önemli konuklarından olduğunu biliyordu ve bu gerçeği paylaşmak gurur vericiydi ...

Konusu genellikle cinayet olan polisiye romanlar yazardı hep. Yaşamı, başından geçen iki evlilik ve sayısız eserle yoğrulmuştu. Uzun yıllardır yalnızdı. Bu kez gizli yolculuğunun Türkiye’ye son gelişi olduğunu biliyordu... Londra ve Paris’te geçen hayatında, bu ülkenin gündemini ve yıllardır orta doğuda üzerine oynanan oyunları ilgiyle izlemişti. Duygularını; her zaman hikayelerinde izlediği yol gibi, sondan başa doğru kağıda dökerek anlatmak geldi o an içinden. Birden Mustafa Kemal’in mirasına yeterince sahip çıkılmadığını düşündü sıkıntıyla... On yılda onbeş milyon genç yaratanlar bugün neredeydi? Romanlarında kolaylıkla yarattığı kurguyu bu kez yapamadı. Yazmayı erteledi.

Düşünceler onu esir almışken, çoktan akşam olmuş, Haliç ışıklarla donanmıştı. Bu gece dinlenmeli, kendini yarına hazırlamalıydı. Bir tek gün gönlünce gezecek ve bu son özgürlüğünün tadını çıkaracaktı. Yutkundu; genç ve güzel bir kadın yazar olarak katıldığı muhteşem baloları anımsadı, içi ürperdi... Balkon kapısını kapatıp ağır hareketlerle yatmaya hazırlandı. Yorgun vücudunu yatağa bırakırken, düşünde, balo salonundaki genç Agatha Cristie olmuştu bile... Kaleminden hep cinayet hikayeleri dökülse de, o bir kadındı. Derin çizgiler yerleşmiş yüzüne bir gülümseme yayıldı... Belki de hayatının sırrı olan o muhteşem onbir günü tekrar yaşıyordu...

Bingül Egemen
Nisan 2011 - Pera Palas

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder