31 Ocak 2011 Pazartesi

İSTANBUL'U YAZANLARIN ÖYKÜSÜ




Küçüklüğümden beri kağıt parçalarına, defter kenarlarına, oraya, buraya, ya da belki içime, beynime yazmışım, saklamışım şiirlerimi, anılarımı... Şimdi hepsini sandıktan çıkarıyorum sanki... Tozlu raflardan üfleyip seçiyorum anıları. “Sende ne cevherler varmış” cinsinden övgüleri, çok sık duyar oldum son zamanlarda... Bu çok güç kazandırıyor, destek veriyor insana ... Karalamalarım değer kazandı, hem çevremin hem de kendi gözümde...

İstanbulu yazıyorum grubunu tanıdığıma çok seviniyorum. Bir yıl önce yola çıkan bu gemiye dört ay önce Burgaz adadan bindim. Gülyüzlü, güleryüzlü, tatlı sesli, şeker sözlü bir kaptanımız var. Tren, vapur farketmiyor; yedi tepe İstanbul’u geziyor, yeniden öğreniyor, birlikte keşfedip, birlikte yazıyoruz. Teşekkürler Yeşim kaptan... Şimdi İstanbul'u ayrıntılarda yaşamak daha bir keyifli; daha çok gezmek, daha çok yazmak gerek. Zaman zaman tanıdık mekanlar oluyor durağımız. Sevgi tadında kekler, çörekler, kahveler, çaylar eşliğindeki sohbetlerimiz, paylaşımlarımız nasıl da hoş oluyor. Yepyeni mekanlarda da sevimli grubumuz çok dikkat çekiyor ve bizi çok içten karşılıyorlar. Her limanda, pozitif enerjinle sımsıcak ortamlar yaratıyorsun Yeşim kaptan......

Güzel İstanbul yüzyıllardır şiirlere, romanlara konu olmuş; biz de rüzgarına kaptırdık kendimizi. Gönül sohbet ister , kahve bahane misali biz de şehr-i İstanbul'u dilimize doladık... Bazen yazacak ne çok şeyim varmış diye şaşıyorum kendime. Kelimeler üstüme gelip, beni esir alıyor. Onları kağıda dökmezsem rahat bırakmıyorlar. Dolmuşta, vapurda, köşede, bucakta çıkarıyorum hemen kağıdı kalemi... Çizip karalayıp, notlar alıyorum. Yazmayı çok sevdim, daha da seveceğim anlaşılan. Bu arada güzel, canım kuzenim Tuğba’dan da söz etmeden, ona teşekkür etmeden geçemem. Ablasını elinden tutup getirdiği, sizi tanımama sebep olduğu için...

Yaşam boyu sağlık ve mutlulukla temiz ve berrak sularda seyret; yolun ve bahtın açık olsun; yüzünde açan güller hiç solmasın Yeşim kaptan... Teşekkürler... İyi ki doğdun ...

Haydi kalkın, demir alıyoruz, daha uğrayacak çok liman var...


Bingül Egemen
Ocak - 2011

NİŞANTAŞI’NDA BİR KUŞ MİSALİ…




İnsanoğlu bir kuş misali derler, uzaklar söz konusu olduğunda... İnsan ömrü de uzun bir yolculuk değil midir? Biz de bu zaman tünelinde nerelere uçar , nerelere konarız... İşte ben onbeş yıl buralarda kanat çırptım... Nişantaşı benim yurdum, yuvam, çocukluğum, gençkızlığım, ilk heyecanlarım, pembe hayallerimdir.

Bu semt İstanbul'un Avrupasıdır. Modern, hareketli, gece gündüz aydınlık, yaşayan, ruhu olan bir semt... Valikonağından başlayarak, Abdi ipekçi veya Rumeli caddesine yürüyüp; mağazaların, cafelerin arasında şöyle bir tur atmak gözünü, gönlünü açar insanın... Birbirine yaslanıp kaynaşmış, adeta nefes almakta zorlanan eski binalarına, daracık sokaklarına, kozmopolit insanına, baş döndüren keşmekeş trafiğine rağmen vazgeçilmeyen, büyülü bir dünyadır burası. Bir yılı daha tükettiğimiz şu günlerde yine gelin gibi süslenmiş, allanmış, pullanmış, ışıl ışıl yanıyor sokaklar. Kimbilir kimlerin anılarını saklar ama benim anılarımı koynunda sarıp sarmalamıştır Nişantaşı...

Rumeli caddesinden Maçka'ya doğru inerseniz; dört giriş kapısı, altmışdört dairesi olan heybetli Maçka Palasa gelirsiniz. Doksanlı yıllara kadar sadece konut olan ; sonraları ünlü giyim mağazalarına ev sahipliği yapan, üst katları da otel olarak kullanılan o güzel, tarihi Maçka Palas, benim bir dönem yıllarımı geçirdiğim yuvamdı. Normalden yüksek tavanları, kocaman salonu, salonla çelişen labirent şeklinde küçük odaları yla eski İtalyan mimarisinin güzel bir örneğiydi. Bugün yine üçüncü kapısının önünde durdum, içeri bir göz attım. Bir zamanlar; sırtımda okul çantamla koşa koşa çıktığım eski, basık mermer merdivenleri ve yüzyıllık, camlı, çift kapılı, zincirli asansörü aradı gözlerim... Artık içinde bambaşka bir dünya var benim güzel eski evimin... Çünkü binanın ön cephesi orijinal haliyle korunup , içi tamamen restore edildi yıllar önce. İçim burkuldu bir an... Şıkır şıkır yanan spot lambaların aydınlattığı, aslında hayranlık uyandıran mağaza beni hiç çekmedi, adımlarım geri gitti, arkamı döndüm ve yürümeye devam ettim...

Bir film şeridi gördüm kapı aralığında,
Bir prenses miydim ben baba ocağında,
Babam sallanan koltuğunda,
Annem mutfağında, yemeğinin başında,
Ben küçük odamda, koskocaman dünyamda,
Gençlik hayallerimin gökkuşağında...
Bir ışık huzmesiyle gözlerimi kapadım
Meğer film bitmiş, birdenbire uyandım...

Aynı caddeden aşağıya doğru devam edince, önce altı yılımı geçirdiğim Nişantaşı Kız Lisesi, biraz ileride de İstanbul Teknik Üniversitesi yer alır. Eğitim hayatımda zaman ve yol bakımından çok şanslıydım. Mezunu olmaktan gurur duyduğum okullarım yanyana ve evime o kadar yakındı ki, trafikle boğuşan çoğu arkadaşım bana gıpta ederdi. Hatta, olaylı üniversite günlerinde, polis kordonu altında Maçka Palasın önünden yürürken, balkondan annemin heyecanla bizi izlediğini anımsarım. Zaman zaman da birkaç arkadaşımla bizim üçüncü kapıdan kaçabildiğimizi...

Kırmızı ve yeşilin hakim olduğu Abdi ipekçi'de minicik ampullerin ve avizelerin oluşturduğu ışık seli, adeta dansediyor, göz kamaştırıyor. Adım adım ilerleyen trafiğin içinde, kırmızı halının üstünde fayton sefası yapanları görmek, çok ilginç ve şaşırtıcı doğrusu. Şu köşeden de geyiklerin çektiği kızağıyla Noel baba da çıkar mı acaba?

Caddenin ortasına kurulmuş yılbaşı takının üzerindeki dijital saatin geri giden saniyelerini keşke durdurabilsem... Saatin altındaki boşluktan zaman tüneline girsem, biraz daha geçmişe dokunabilsem bu akşam. Saçını atkuyruğu toplamış , üzerinde formasıyla , o küçük kız olsam birkaç saatliğine ... Lisemin kapısında, elinde bana aldığı simitiyle bekleyen ak saçlı dayıcığımı görebilsem…

Bugün bir düş gördüm Nişantaşı’nda. Zaman geçer, anılar bir düş olur her zaman. İnsanoğlu kuş misali... Gün geldi uzaklara çırptım kanatlarımı... Ne zaman buralara uğrasam; bir nedenle yolum düşse; bu sokaklar, bu semt, bu gökyüzü benim diyesim gelir...

Bir başkadır buraların bendeki tadı,
Çekip alıyor ruhumu, aklımı...
Yine ışıl ışıl çeliyor yüreğimi,
Koparıp götürüyor geçmişe tüm benliğimi...
Akıyor yine o pırıltılı şelale,
Nostaljik kareler buğulu gözlerimde...
Dokunmuş sihirli değneğini yılbaşı
Coşmuş, taşmış yine; büyülü Nişantaşı...


Bingül Egemen
Nişantaşı – 27 Aralık 2010

BOĞAZA SEVDALI ORTAKÖY




Rengarenk bir etek takmış ince beline,
Işık saçar döner panayır yerine,
Çal kemancı aşkı getir dilime
Oyna çengim çingenem
Ortaköyüm şenlensin...

Boğaziçi takmış gerdanlığı kuğu boynuna,
Bu semt suya sevdalı, kapanmış ayağına,
İnciler ışıldar dalgalı saçlarında,
Dalgalar mavili, kıvrımlar menevşeli,
Kıyılar hülyalı, şarkılar ateşli,
Söyle çengim çingenem
Ortaköyüm şenlensin...

Umutla atar oltasını balıkçı,
Kuşların çığlıkları yırtar sessiz sabahı,
Sahile inen yolda sağda solda kafeler,
Tüttürülen nargile, dostla içilen kahveler,
Her gözde, her gönülde hüzünlü hikayeler,
Anlat dostum sırdaşım
Ortaköyüm içlensin...

İncik boncukla dolu, renk cümbüşü tezgahlar,
Aklı başlardan alan, gülümseten eşyalar,
Bakmadan edemezsin, almadan geçemezsin,
Bu sevimli pazara arkanı dönemezsin
Haydi durma, o küçük mutluluk senin,
Tak takıştır cancağzım
Ortaköyüm renklensin...

Açılır sahil boyu tarihin yaprakları
Ne muhteşem, heybetli şu Çırağan Sarayı,
Yüzyıldır sarmalamış kucağında denizi,
Geçmişten geleceğe güzellik abidesi
Sen de bil, unutma ! Sahip olduğun değeri,
Selam ver tarihine
Ortaköyüm sevinsin...

Buram buram kokudur Esma Sultan yalısı
Yenilenip paklanmış olmuş bir sırça saray,
Kollarının altında ilim irfan yuvası
İki yana yerleşmiş Kabataş, Galatasaray...
Okulları, hamamı, Mecidiye Camisi,
Kafeleri, meydanı, kumpiri, iskelesi,
Oku, yaz arkadaşım
Ortaköyüm dillensin...

Yine akşam oluyor, loş karanlık çöküyor,
Artık farklı hayatlar Ortaköye koşuyor,
Kafeden meyhaneye, akşamdan sabahlara,
Türküden şarkılara , aşklardan tutkulara,
O gizemli gecenin büyüsüne merhaba !
Haydi ! Çal , söyle, eğlen,
Dostum, çengim, çingenem,
Dillensin günüm gecem,
Ortaköyüm şenlensin...


Bingül Egemen
30.Kasım.2010
Ortaköy

ESKİ İSTANBUL’U ESKİTEMİYORUM




Ben bilirim buraları; suyunu, toprağını, kuşunu, böceğini, sokakları, bahçeleri, bostanları, hatta buz gibi suların çekildiği artezyen kuyularını... Renk cümbüşlü mis kokulu bahçeleri, dut, incir, erik, kayısı, ceviz ağaçlarını; ıhlamurun o insanı esir alan kokusunu ...

Küçücük gözüme upuzun, kocaman gelen henüz asfaltlanmamış toprak yolları hatırlıyorum... Çocukluğumun Suadiyesi, Erenköyü bu gözümde canlanan... Güzellikler öyle bir mühürlenmiş ki içime, benimle birlikte hala yaşıyorlar. Ucundan , kıyısından da olsa bunları yakalayabilmiş olmanın keyfi anlatılmaz. Tren yolunun iki sokak üstünden sahile doğru bakınca, denizi, adaları görürdük ufukta.... Şimdi ne mümkün. Bir zamanların; tek veya en fazla üç katlı; çiçekli, ağaçlı, kamelyalı , bahçelerinde koşup oynadığımız , ağaçlarının tepelerinde gezdiğimiz o güzelim evlerinden eser yok artık.

Kazım Karabekir caddesine doğru hızlı hızlı yürüyorum; bu caddeden yaşamım boyu kimbilir kaç kere geçmişimdir. Suadiyeden Erenköye doğru, tren yoluna paralel giden bu yol da, modernleşmeye ve maddi kaygılara yenik düşerek koca koca binalarla taşlaşmış durumda. Bu bloklar yapılırken, kimbilir kaç tane asırlık ağaç feda edilip kesilmiştir...

Tarihi köşke ilk gelişim on yıl kadar önceydi. Tenise merak sardığım zamanlar, bir arkadaşım Uğur Tenis Klübüne götürmüştü beni. İlk Tenis dersimi Kazım Karabekir’den aldım. “ Hadi canım sen de “ demeyin; çünkü hocam üçüncü nesil yani torun Kazım Karabekir’di. Aile o zaman, şu anda müze olan köşkte oturup, bahçelerinde, birbirine bitişik üç korttan oluşan bir tenis klübü işletiyordu. Timsal hanımı o zaman tanımıştım. Güzel, alımlı, hoşsohbet, gülünce yüzünde güller açan eski bir İstanbul hanımefendisiydi. Bugün yine aynı izlenimi yaratıyor bende, on yılda hiç değişmemiş. Kazım Karabekir Paşanın üçüncü kızı, eskilerin deyimiyle tekne kazıntısı olan son çocuğu. Çünkü Hayat ve Emel isimli ikiz ablalarından tam ondört yıl sonra doğmuş. Bugün almışdokuz yaşında. Destansı savaş öyküleriyle büyümüş. Babasıyla ilgili tarihi anlatırken gürül gürül akıyor; köşkün resimlerle ve anılarla bezenmiş odalarında dolaşırken kurtuluş savaşını yaşatıyor bize adeta. Silahları; savaşta kullanılmış ve zahmetle saklanmış objeleri ; eski Türkçeyle yazılmış sayısız kıymetli belgeyi; Sarıkamışta, giyilip taşınması bile güç olan kar postallarını izlerken, Timsal hanım sabırla, tane tane anlatıyor. Sesinin tınısındaki güçle, Türk ordusunun rap rap ayak seslerini yüreğimizde hissediyoruz sanki... Karabekir paşanın, yetimleri nasıl sahiplenip eğiterek, meslek sahibi yaptığını, piyano ve kemana ilgisini, müzik tutkusunu, bestelediği marşları, yazdığı kitapları anlatırken coştukça coşuyor . Anne ve babasının birbirlerine olan aşkını, ikiz ablalarını, aile yaşantılarını, ailedeki evlilikleri, çocukları, torunları, resimlerle yaşıyoruz.

İkibinli yılların başında, eski kortların alanına inşa edilen Cumhuriyet apartımanının iki bloğunun arasında kalan beyaz demir sandalyeleri gösteriyor. Onlar da köşk kadar eskiymiş. Aynı sandelyeleri ben bir yerlerden hatırlıyorum. İnsan beyni öyle bir kelebek ki, bir anda bin yere konuyor. Ne garip; şu ortamda bile insan kendine dokunan birşeyler buluyor.

Tarihi Köşkün zamana direnerek ayakta kalması, bugün müze haline getirilerek bir devri ölümsüz kılması çok sevindirici. Masal tadındaki kahramanlık öykülerinin sarhoşluğu içinde , köşkten ayrılıyoruz. Hepimizi ayrı ayrı kucaklayan Timsal hanıma bugün için teşekkür edip vedalaşıyoruz. Ağır adımlarla Erenköyden Suadiyeye dönerken düşünüyorum.
Ben bile , eskileri özlemle anımsayıp, düşlerimde İstanbulu eskitemezken ; bu ülkenin bir avuç insanla nasıl yoktan varedildiğini , tarih kitaplarından değil, bizzat babasından dinleyerek büyüyen Timsal hanım nasıl eskitsin?...

Bingül Egemen
22.10.2010
Erenköy

PERA'DAN BEYOĞLU'NA...




Bu bir İstanbul masalı
Rengarenk ve tükenmiş hayatların
İçiçe yaşandığı...
Hergün, her an yeni bir olaya,
Yeni bir aşka gebe
Bu semtin sokakları.

Zamane gençliği cıvıl cıvıl, kol kola,
Blucini takmış ayağına,
Başka şey takmadan kafaya
Boydan boya dolduruyor İstiklal'i,
Her köşeden bir ezgi geliyor,
Bir nağme, bir haykırış, bir melodi.
Kozmopolit bir dünya,
Bir insan mozaiği.

Ben gençken bir Bab Cafe vardı
Emek sineması karşısı,
O dar yolun en sonu, köşesi,
Self servisle tanışma,
Jetonla çalışan müzik kutusu,
Hala burnumda doğrusu
Cafenin o gizemli kokusu...

Emek sineması şahane,
En güzel ses, dekor, sahne düzeni,
Deri koltuğa şöyle bir yerleştinmi
Doyum olmaz seyretmeye filmi.
Olmazsa olmazlardan pastane inci,
Hala damağımda o ilk profiterolün lezzeti...

Aslında yetmişli yıllarda
Buralara çekinerek gelirdik,
Yozlaşmış salonlar, kepaze filmler,
Kötü bakışlar, art niyetler,
Birkaç beylik nokta hariç
İstiklale gelmeye ürkerdik.
Neyse ki zamanla bir silkinmiş,
Aslına dönmüş, kendine gelmiş
O sahte kıyafeti çıkartmış,
O berbat furyayı dışlamış...

Bir nesil öncesini nasıl da kucaklamış oysa ,
Annem ne hoş anlatır ballandıra ballandıra
Şöyle salına salına, taktı mı babamı koluna,
Doğru Markiz’e ya da Lebon’a...
Başlıbaşına bir serüven, bir aktivite,
Böylesine piyasa bu caddede..
Güzel, alımlı, zarif hanımlar,
Kibar, afilli, efendi beyler,
Bele oturan kabarık, kloş etekler,
Evazeler, volanlar, şapkalar, eldivenler,
Birbirine aşina yüzler; yüzlerde gülücükler,
Ne güzel anlatır annem,
Adımbaşı bir tanıdığa selam veren babamın
Fötr şapkalı, pür tuvalet
Janti , takım elbiseli fiyakasını...

Bir rüyaymış o zamanlar vesselam
Şimdi edilmiyor ki böyle güzel bir çift kelam..
Şimdilerde Beyoğlu ayrı bir alem...
Gecesi gündüzü, önü, arkası
Sağı,solu, köşesi kuytusu,
Yerlisi, yabancısı, mutlusu, çilekeşi,
Kalbindeki girdaba dolanmış avenesi,
Bir zamanların Pera 'sı, cenneti,
Tarihin, kültürün , sanatın beşiği,
Yeşilçamın Muhsin beyi, komşu madam Eleni,
Sevda hanımın mor salkımlı sümbülleri
Neler olur, neler biter, neler yaşanır sokaklarında
Kimi kaybolmak ister
Kimi yeniden doğmak kucağında.

Sen! Köşedeki küçük çiçekçi kız,
Gülsün yüzün, mahzun bakma,
Unutma;
Beyoğlunun yarınları var...
Beyoğlunun umutları var...



Bingül Egemen
7.Ekim.2010
Beyoğlu

BURGAZ




Sonbahar hüznünü yavaş yavaş hissettirirken, yazdan kalma bir gündü o gün... Yeni şeyler keşfetmenin, yeni dostluklar kurmanın heyecanıyla, martıların her zamanki eskortluğunda Burgaz’a ulaşıyoruz.

Adalar , Bizans döneminde saraylıların sürgün yerleri olduğu için Prens Adaları diye anılırmş. O zamanlar, sultanların, saraydan sürgüne ve esarete geçmelerinin an meselesi olduğu düşünülürse, bu güzel adaların çileyle mutluluğu aynı anda sunduğunu zannediyorum! Bu harika sığınakta çekilen çileye can kurban...

Daha önce birkaç kez geldiğim Burgaz ada, nedense bana bu dört adanın incisi gibi gelir. İskelenin yanındaki Rum meyhanelerinin sadeliği, diğer adalardaki alternatiflerinden daha hoş gelmiştir hep. Üstelik bu sefer daha başka yudumladım Burgaz’ın güzelliğini...

Faytonlara yaklaşırken soluduğum havanın kokusu bile hoş geliyor, atmosfer değiştirip kırsala geçmişiz artık... Çocukluğumun Suadiyesinde bile hatırladığım faytonlar, artık sadece adaların nostaljik sembolü haline geldiler. Çok uzun zamandır bu tadı unutmuşum. Zaten adalar İstanbulun göbeğinde başlı başına birer nostalji beşiği. Huzur veren sessizliği bozan nal sesleri eşliğinde sohbet ederek Kalpazankaya'ya varıyoruz. Bayrağımızın dalgalandığı kayalıklara doğru yürürken , ümit burnunu yeni bulan kaşifler gibiyiz. Burgazı kelimelere dökmek için her anı yudumluyoruz sanki... Anı olarak toplayıp çantamıza attığımız, zamanın izlerini üzerinde taşıyan midye kabukları, birer sanat eseri gibiler.

Tenhalığı; nispeten bakir doğası; güzel evleri; bütünleşmiş yeşili ve mavisiyle kucakladı bizi ; o güzel şarkının nağmelerindeki gibi, insan buraya da ara sıra bir tatlı huzur almaya gelmeli dedim içimden... İstanbul’un yanıbaşında, bu kadar yakın , ama karmaşadan, gürültüden , tozdan, trafikten uzak, bambaşka büyülü bir dünya... Gerçekten daha sık kaçmalı insan buraya. Kaçmak da bu kadar kolayken, hayatta hep ertelenenler listesinde olmamalı bir vapura atlamak, huzura yelken açmak...

Bingül Egemen
24.9.2010