19 Ekim 2012 Cuma

MAÇKA'DA ZAMAN...





      Elimi uzatsam tutabileceğim sanki uzaktakileri... Uzaktakiler bazen o kadar yakın ki... Çam ağaçlarının dalları arasından seyrediyorum, güneşin pırıltılarıyla kıvrılan dalgaları ve arkasında beyaz köpükler çıkararak ilerleyen boğaz vapurlarını... Denize ve Maçka parkına bakıyorum kuş bakışı... Bir yandan kahvemi yudumluyorum ve her yudumda anılar canlanıyor gözümde. Telvenin fincandaki hali gibi, yıllar yüreğime çöküyor. Fakültenin sık ağaçlı karşı kaldırımı, eskiden sakin ve ıssızdı. Şimdi burada salaş, tahta masalı bir çay bahçesi var. Otuz yıl sonra, değişen yüzleri ve kimlikleri ağırlıyor artık. Burada fiyatlar hiç de öğrencilere göre değil. Oysa bu salaş görüntü yanıltıyor insanı. Yeniyetme kahve dünyalarından, özenti kafelerden farklı , öğrenci usulü bir yer gibi geliyor ilk anda... Çoğu genç, ellerine yapışmış gibi görünen telefonlarıyla o kadar haşırneşir ki, öğrenciyken biz nasıl haberleşiyorduk acaba diye düşünüyorum... Dili olsa da konuşsa dediğim kaldırımları, ben, yıllar önce arşınlamışım yüzlerce kez... Şu delikanlıyla yanındaki gençkız bilemez ki; o günlerin heyecanını, çekingenliğini, kargaşasını, saflığını, sıcaklığını, masumiyetini... Markasız , isimsiz, gösterişsiz kantindeki kuru bir tostun ve bir bardak çayın tadını... Bazı detaylar fazlasıyla değişse de, o güzelim bina tüm haşmetiyle yerinde duruyor, asırlara inat, kök salmış Maçka’ya...Köşedeki anfinin camlarında aşina yüzler mi gördüm bir an?..

      Şu masaları dolduran gençlere haykırmak geliyor içimden... Bugünlerinizin ve okulunuzun kıymetini bilin ve her anın, her dakikanın hakkını verin. Zaman çok hızlı akıp gidiyor; inanın göz açıp kapayıncaya kadar... Maçka bizim yeni filizlenen umutlarımız, bir kuş gibi uçup giden gençliğimiz, anılarımızdı. Kapatın avuçlarızı; ya da hapsedin yüreğinizde; başarabilirseniz siz kaçırmayın onu...

      Kaçsa da, kaybolsa da bir süre; eskiyerek güçlenen dostluklara sahip çıkın yakaladığınızda...

      Tıpkı bizim gibi...



Bingül- Ekim 2012



12 Şubat 2012 Pazar

PORTRE

Ayaklarımın altında gıcırdayan karın sesinden ve rüzgarın uğultusundan başka birşey duymuyorum. Trafik ışıklarının bana geçit vermediğini görmeyecek kadar körüm. Acı bir klakson sesi silkeliyor beni birden... Aralık ayının dondurucu soğuğu içime işliyor. Kalbimdeki, beynimdeki duygu karmaşasıyla atıyorum adımlarımı. Tarif edilmez bir acıyla beraber görevimi yapmış olmanın huzuru, beni sürüklüyor kaldırımda...

Birkaç ay önce; günlerdir boğulurcasına öksürüyordum. Hiç halim olmamasına rağmen, yapmam gereken yığınla ödev vardı ve o sürede hiç dinlenememiştim. Ara sınav dönemi yaklaşıyordu; çok yoğun bir çalışma programı yapmalıydım kendime... O gün erkenden, okula gitmeden önce, sağlık ocağına uğramıştım. Kuyruğun önlerinde yer alabilmek için çabuk davranmak gerektiğinin bilinciyle, sabahın köründe yollara düştüm. Genellikle yaşlı ve yalnız teyzelere, amcalara çok rastlarım sağlık ocaklarında... O pamuk saçlı, nur yüzlü ihtiyarı da o sabah tanıdım; birden yanımda farkettim onu. Vücudunun tüm bükülmüşlüğüne rağmen, dimdik ayakta durmaya çalışıyordu. Oturduğum yerden fırlayarak kalktım, yerimi verdim ona. Kibar kibar defalarca teşekkür ederek oturdu. Kucağımdaki resim malzemelerini saçmıştım o anda birden sağa sola... Kısa bir süre, dağılan eskiz kağıtlarımı, kalemlerimi toparlayıp, dikildim yanında. Değişik bir havası vardı; duruşundan, bakışından görmüş geçirmiş bir hanımefendi olduğunu hissetmiştim. Cami yıkılsa da mihrap yerinde derler ya; acımasız yıllar silememişti geçmişteki güzelliğini... Yüzündeki aydınlığı, cildindeki lekeler örtemiyordu. Başından kayan şalı, küçücük bir topuz yaptığı gümüş saçlarını çıkarmıştı ortaya. İnce uzun parmakları üşümüş, kucağında birbirine kenetlenmişti...

Doktor muayenesinden sonra ilaçlarımı yazdırıp çıktığımda, birkaç kişinin onun başında toplandığını gördüm, belli ki farklı bir durum söz konusuydu. Yüksek tansiyon ve kalp hastasıymış, çantasındaki ilacını bulup vermişler. İki kişinin kolunda sendeleyerek ayağa kalktı, içeri girdi.

İşim bitmesine rağmen , oradan hemen ayrılamadım; onun muayenesini tamamlayıp çıkmasını bekledim. Zaman kavramını yitirmiş, çivilenmiştim adeta. Okula gitmek için daha uzun bir yolum olduğunu da unutmuş gibiydim.

Bir süre dinlendirildikten sonra evine gitmek istedi; koluna girip, onu evine bırakabileceğimi söyledim. Yürüyebileceğini belirtti ama ben bir taksi çevirdim. Birkaç yüz metre ötede, bizimkine çok yakın bir sokağa geldik. Yüksek binaların arasında kaybolmuş, birkaç katlı eski yüzlü kısa boylu yapının önünde durduk. Ne kadar çok gelip geçmişimdir o kuytu sokaktan... Arabadan inmesine yardım ettim, kolkola içeri girdik, elinden aldığım anahtarıyla giriş katındaki dairenin kapısını açtım. Eski mobilyalarla dolu salona girdiğimizde, kendimi televizyon dizilerinden birinin sahnesinde hissettim.

Sadece filmlerde, resimlerde gördüğüm, varlığına pek tanık olmadığım eski eşyalar, içimi ısıtmıştı birden. Kristal damlalarla bezenmiş büyük avize koca bir taç gibiydi tavanda. Üç ayaklı sedef kakmalı sehpa üzerindeki, yer yer sırları dökülmüş büyük aynada kendime baktım; yüzyıllıktı belki de... Aynanın önünde duran kocaman metal ahizeli telefona hayran kalmıştım. Zamanı hapsetmiş o ev beni koynuna almıştı hemen...

Mutfak tarafından, su dolu küçük plastik bir kapla gelip pencereye yaklaştı. Camı açıp, elindekini demirin iç tarafına yerleştirirken, benim de gözüm duvardaki ve vitrindeki resimlere takılmıştı. Saten kaplı bir kutunun içi ve kenarı madalya ve rozetlerle doluydu.

- Rahmetli Gazi Hüseyin beyin madalyaları ve resimleri onlar sevgili kızım. Uzun seneler oldu beni yalnız, bir başıma koyalı; şu fani dünyadan göçüp gideli... Paşam, yirmi yaş büyüktü benden, onu hem babam hem kocam bilmiştim. Bir günden bir güne beni kırmamıştır, incitmemiştir; hala çok özlüyorum onu... Madalyalarını bana emanet etmiştir. Onları hep konsolun üzerinde muhafaza ederdim yakına kadar, ama artık her gün tozlarıyla uğraşamıyorum, yoruluyorum. O sebeple hepsini camlı dolaba koydum. Şu duvardaki yakışıklı resminden, hala gözlerimin içine bakar, benimle yaşar sanki, şu ıssız evde...

Elindeki ıslatılmış ekmekleri de pencerenin içindeki suyun yanına koydu. Camı kapatır kapatmaz, pusuda bekleyen serçeler, kumrular yemeğe üşüştüler; biraz sonra gelen güvercinler bir anda üstünlüklerini ilan etmişlerdi.

Yalnız yaşayıp yaşamadığını sorduğumda; cam kenarındaki yüksek arkalı kadife berjerde otururken, ağır ağır anlattı:

- Amerika’da yaşayan iki oğlum var; gurbet ellerde okudular hep, sonra da oralarda iş bulup, evlenip yerleştiler. Benim gözümde hala çocuklar ama onlar da artık orta yaşlı oldular canım kızım... Senin yaşında torunlarım var benim... Onları öyle az görebildim ki; kuzularıma doyasıya sarılmaya öyle hasretim ki, bilemezsin. Sık sık arar sorarlar, uzun uzun hasbıhal ederiz, ama çok uzaktalar, öyle ha deyince gelip gitmek zor tabi... Allah razı olsun, gelinlerimi de çok severim, biraz gönül koydum ama hepsine. Uzun zamandır gelmediler , dünya gözüyle görmek istiyorum artık. Geçen bayram söz almıştım onlardan; yine olmadı. Birinin işi, çocukların mektepleri, diğerinin kendine göre bir sebebi çıkıyor mütemadiyen... Neyse; yine de hamdolsun, sıhhatte olsunlar, mutlu olsunlar da ben başka birşey istemem yüce rabbimden...




- Ben... Şey... Resminizi yapabilir miyim?

Aniden dilimden dökülen kelimelere kendim de şaşırmıştım. Benim için çok sevimli, harika, bulunmaz bir modeldi. O günü takip eden birkaç hafta içinde kısa aralıklarla onu ziyaret ettim. Eski bir iskemleyi ters çevirerek kendime şövale yapmıştım; çalıştığım sürece boyalarımın, fırçalarımın çoğunu orada bırakıyordum. Her seferinde benim için meyve suları, kekler, pastalar hazır ediyordu masanın üstünde. Her konuda konuşup, anlaşıyor, birlikte çay sohbetleri yapıyorduk. Ben onun, o asil görüntüsünü tuvalime taşımaya çalışırken; paşasıyla yaşadıklarını anlatıyordu uzun uzun... Anlatırken yüzünde güller açıyor, solgun yanakları pembeleşiyordu. Derin çizgileri kayboluyordu adeta , beni anılarında gezdirirken... Kenarları çubuklu, sallanan ahşap koltuğunda oturup hafif hafif yaylanırken; yavaş yavaş benim tuvalimde canlanıp, hayat buluyordu. Daha önce dolaplarından çıkardığı beyaz işler ve kanaviçeli minderlerle donattığımız sedir, fonu oluşturuyordu; bir de paşanın duvardaki üniformalı heybetli resmi...

- Talihli insanın bir kız evladı olur. Bir yakınım derdi, oğlan evlenene kadar yakındır, kız her zaman... Mübalağa ediyorum tabi kızım ama, oğlanlar biraz balık hafızalı... diyerek gülmekle ağlamak arası kıkırdamıştı güçsüz sesiyle...

Portreyi en son yanıma almış, son rötuşlarını evde tamamlamıştım. Yaklaşık onbeş gün önceydi. Okuldaki sergimizin hazırlıkları ve etkinlik günleri nedeniyle, biraz ara vermiştim yaşlı arkadaşıma yaptığım ziyaretlere. Bugün saat biraz geç olsa da, eserimi özenle sarıp, koltuğumun altına aldım, komşu sokağa yollandım. O yaşlı asil güzelliği ne ölçüde resmedebildiğim önemli değildi; biz bu sayede çok özel günler paylaşmıştık onunla... Kapıya geldiğimde, komşu hanım beliriverdi arkamda. Yüzü gölgeli, sesi boğuktu.

- Güzel kızım, malesef o ev artık boş... Teyzemiz çok sevgili paşasına kavuştu geçen hafta... Seni çok anlattı bana biçare. Kısacık zamanda torunu gibi sevdi seni, merhem oldun yaralarına, yorgun kalbini ısıttın. Oğulları haberi alır almaz apar topar geldiler, iki gün içinde de döndüler. Veraset işleri için tekrar geleceklermiş...

Hanım anlatmaya devam ediyordu ama ben daha fazla dinleyemedim. Oysa telefonda son kez konuştuğumuzda sesi ne kadar da canlıydı. Korkunç bir hayalkırıklığıyla başbaşa kalmıştım. Hayat sanki durmuştu o kapı aralığında, kalbim birden çok acımıştı...

******

Birkaç gün sonra yılbaşı... Umutlarımız yeşerir, güzellikler filizlenir; sevgi bir kartopu misali yuvarlanarak büyür bugünlerde... Heyecanıyla bizi oyalar, yepyeni bir meçhulde canlanan o ışık... Hayalleri müjdeler bize, aslında acımasız olan zaman...

Bembeyaz kar ayaklarımın altında eziliyor. Bu karanlıkta, her yer inadına ışıl ışıl... Önümde; bahçenin birinde , ışıldayan bir ağaç var. Üzerindeki ışık selinden, aşağıya damlalar bırakıyor. Göz pınarlarımdan süzülenler gibi... Parlak yıldızlar kayıyor sonsuza... Hayat devam ediyor...

Ocak - 2012
B.E.

1 Ocak 2012 Pazar

VAN DEPREMİNİN ARDINDAN ...




Eski dostlarla buluştuk cumartesi akşamı; dertlerimiz rafa kaldırıp, dünya gailesinden biraz olsun uzaklaşıp , o güzel geceyi paylaştık, hasretle...

Ne yazık ki , eğlenmek haram oluyor artık bize.. Doğudan sızan terör tüm ülkemizi tehdit ediyor. Gencecik fidanlarımızı daha yeni toprağa vermişken, şimdi de deprem vurdu yaralı ülkemi... Ancak böyle toplu kayıplarda daha duyarlı olup, birkaç gün yas tutuyoruz. Oysa o ateş , evlere hergün düşüyor bir bir... Analar, babalar, kardeşler onlarla beraber ölüp, yeryüzünde ruhları alınmış bedenlere dönüşüyorlar; o acıyı ömür boyu yüreklerinde taşıyorlar...

Her gün birileri aynı hikayeyi anlatıyor; ciğerleri yanarak ... “Acıları paylaşıyoruz... Terörü lanetliyor, kınıyoruz... Şehitler ölmez, vatan bölünmez... vs..vs..” Ama hiçbirşey değişmiyor. Biz sürekli bu aynı, berbat senaryoya mahkum ediliyoruz... Kaderimizi birileri yazıyor sanki...

Dün Van ve çevresini deprem yıktı. İnsanlarımız perişan; herkes kendi kaderini yaşıyor tabi ama ateşin düştüğü yerler ağlıyor şu anda... Onlara sabır, metanet, kolaylık ; ölenlere rahmet; diğerlerine de insanlık ve duyarlılık dilemekten başka yapacak birşey yok...

Biraz gülüp eğlenmek kursağımızda kalıyor son zamanlarda... Ne yazık ki, eğlenmek haram olmuş artık bize...

B.E.
23.10.2011

22 Aralık 2011 Perşembe

ZAMANE'nin Günlüğü




Sevgili günlüüm 15.kasm 2011

Şu and seni baarıma basp sarılıyom, tüm sayfalrını binleerrce öpücğe boğablrim. Zaten beni snden başka anlayn pek yok şu anda. Arada sırada bikaç satr yazmak hoşuma gidyo , kalemle yazmak yanee ööle işte :))) Bugün Cenk bana haftsonu çıkmaı teklf etti, sinemaya, cafeye filan gidiriz dedi. ahahahaaaaa

Eve nası geldm, uçtm, uçtmm, bu satırları nası yazyorm blmem. nasıı beklicam ben şindi kaç gün yaaaw. Ayaklrım yerde diil, başım ise bulutlarn üstünde sanki... mucccuk... mucuk... mucukkk...

Ayyy annem sesleniyooo, yemek hazırmş. Seni gzliyip gidyom, gine gelcam...

- - - -

Babişin yemekte yüzü beş karş asıktı, işyrnde bişiler olmş , birlerine söölenp durdu. Annmse bütn gün evle ugraşmş, bi de çamşır maknesi bozuulmş tam iş arsında, tamrci gelrim demş gelmemş, mutfkta hayflanıyo boyna... öff kurtarın beniiii

Televzyonda ise hala kaç gün öncki depremden sözedyo . Bi ara çadırda yanan çocuklrı gösterdi ; çok feciiidi, içm cızladı valllla, yazk insanlra...

işin kötsü babam şimdi açar açıkotrumları , bizim dizi güme gider. Zate dün gecyarısı laptopum da arzalandı. Ne sıkıcı bi durum yaww.. Neyse ki baback vermş pcyi tamire, yarn gelrken alcakmş... Allaatan i-fhoneum var, yoksa napırdım bu akşm. Face i takip edemezsm ölrüm. Cenk de bugünlrde bütün kızları beenip yorum yapıyo zate, neyse bu akşm pek taklmadı galiba, göremedim. Baa gösterş yapıyo herall, yerimm ben onuu ..... mucukk :))

ayyy elm yoruldu yazmaktan, bu kadr ders çalışsm alim olrum valla :))) i fonda tuşlamak bile bu kaa zor diil. Babamn neşesi yernde olsaadı, şu ak çizmelerin bir de grisni almak istediiimi söölicektm, bi de beendiim guci çantıyı... geçn senekilerle idare ettm bu zamna kadar, rengi uymyo herseye kii.. Anneme mi söölesem yine acaba, o uygun zamnı kollar.. canım annem, şeker annem, gideym de birzcıcık öpüşelim onunla .. belki babiş te birz sakinlemiştr??

- - - -

öff yarn da inglissce sınavı var, direct-indrect cümlelerni çalşmam lazm ,ama hiç isteeim de yok. Kafam da yerinde diil ama birz bakmalym. Şu msjlarma bakim önce. Mtfakta oyalnırken bi sürü msj gldi, hiç bakamadm.. aman Merve, bebişim sen ne diyon ya şimdi.. günlüküm öptümmm seni muccukkkkk .

- - - -

sevgili günlüümm, 16.kasm

gene seninleymm bak. bügünkü sınav iirençtii Off bi de yoruldum okul dönşü, tam gelirken servs bozuldu, sırtımda çanta taa aşaa köşeden eve kadr yürüdüm..

ahh benim canım babm nooluur gelirken pc mi dont forget.. zate bugün moralm çokk bozukk. O kürdan bacaklı şımarık Ceyda Cenkin peşndeedi bütün günn :((( bi anını boş bırakmadı çoçuun, hep yanında bitti yanee.. haatta bi kersinde cenk benm yanımdaaken , sana bişey dicam diye alıp çocuu götürmezmi??? iirenç ceyda seni boğabilrimmmm.. ne bahtsız kısım ben aallaammm... ne kaa mutsuzmmm...

aaaa zil çalyooo.. yaşasnnn oleyyy laptopum gelmiş olabilr... ay nooolluurr aalllaaaammmm...



31 Ağustos 2011 Çarşamba

ŞANS

Bir kez daha baktı onlara; kaldırım taşının kenarında otururken... Kadın çocuğa bir yandan elindeki hamburgeri ısırtıyor, bir yandan da ağzına patates tıkıştırıyordu. Çocuksa yedikleri hiç umurunda değilmiş gibi, elindeki küçük oyuncağın parçalarını takıp çıkarmakla meşguldü. Önünde rengarenk, çiçekli, böcekli karton bir kutu vardı.


Çocuğun üzerindeki deniz rengi kalın giysi, onu hiç üşütmezdi herhalde. Başında kulaklarını da örten renkli bir başlık ve boğazına dolanan parçası, atkı dediklerinden...

Yediğinin farkında değildi sanki, nasıl da zorla yiyordu, tadını da mı almıyordu? Sadece elindekiyle uğraşıyordu. Bir ara , “öf olmuyor bu “ diyerek yere attı elindeki parçaları. Annesi, küçük renkli oyuncakları toplayıp yine koymaya çalıştı kutunun içine... Üzerine titriyordu belli ki küçüğün...

Dalıp gitmiş onları seyrederken; dirsekleri erimiş ince hırkasının kolunu, küçücük parmaklarıyla çekiştirip, soğuktan donmuş burnunu sildi. Güzel yüzü, hüzünlü gözleri, al yanakları pislikten gölgelenmiş; sarı bukleleri kire inat hala ışıldıyordu... Birazcık ısınmayı ve o çocuğun burun kıvırdığı köfteli sandviçten tatmayı dilediğini anlatıyordu bakışları... O bakış, neler anlatmıyordu ki... Eline tutuşturulan mendilleri satıp bir an önce paraya çevirse iyi olacaktı; yoksa başına gelecekleri tahmin edebiliyordu. Sabah yaşadığı kötü anları anımsadı. Başa çıkamıyordu yaşamla, sesini çıkaramıyordu, eziliyordu bu koca yükün altında... Kendi küçüktü, onun dünyası da küçücüktü , henüz hiçbirşeyi anlayamıyordu ...

Bir an toparlanıp, keşmekeş trafiğin ortasına dalarak , kavşaktaki trafik ışıklarında durdu. Cebindeki pis bez parçasını avuçladı ve trafiğin durmasını bekledi. Ürkerek, gözüne kestirdiği ilk arabanın camlarına doğru uzandı küçücük bedeniyle... Belki yine terslenecek, azar işitecekti ; acaba bir paket mendil mi uzatsaydı aralık camdan... Arabaların arasında, birkaç kuruş uğruna , iliklerine işleyen soğukla ve tehlikeyle arkadaş olmuştu artık... Hayat onu eline almış yoğuruyor, doğuştan bir suçlu yaratıyordu belki de... Kayıplar ordusunun bir bireyi olabilirdi yakın gelecekte...

Şans ona gülmemişti; hiç mi yanına gelmezdi ömrü boyunca; bir gün elinden tutar mıydı acaba? Küçük bir kelebeğin , varolma çırpınışları, savaşı kazanmaya yetecek miydi?

Bir an daldığım bu sahneler, yüzlerce defa gözümüzün önünden akıp gitmiştir ; farketmemişizdir bile... Oysa , ne acı ve bilinmeyen gerçekler barındırır bu hikayelerin her biri...


Annesi hala, çocuğu bir şeyler yesin diye uğraşıyordu. Çocuğun solgun, sağlıksız ve mutsuz bir yüzü vardı. Birden, elindeki oyuncağı düşürdü ve narin vücudu küçük sarsıntılarla titremeye başladı... Kadın üzgün fakat alışık bir ifadeyle iki sandalyeyi birleştirip , ortasına yatırmaya çalıştı onu. Belli ki bu olağan bir durumdu onlar için... Kanı, canı, bedeninin bir parçası, o küçük vücut yine krizdeydi; birlikte atlatacaklardı her zamanki gibi... Kader ona da mı gülmemişti ? Belki de hayatta herşeye kavuşmuştu ama yavrusuna bir yudum can olmayı isterdi en çok... Gözlerine ışık, yanaklarına renk , yüreğine umut olabilmeyi...

Biraz sonra , kavşakta duran özel bir araba alıp götürdü onları...

Çeşitli hayatlar arasında, korkunç uçurumlar var gibi gözükür hep. Oysa bu uçurumları dengeleyen öyle küçük nüanslar var ki... Şans nedir? Hayatta herşeyi bulmak mı, yoksa hayatın getirdiklerini şans olarak değerlendirmek mi? Mutluluğun püf noktası, olanakları sonuna kadar ve en iyi şekilde kullanmak olmalı...

Birinin şansı, diğerinin şanssızlığı olabilir belki de...



Bingül Egemen
Ağustos - 2011



24 Ağustos 2011 Çarşamba

KAPALIÇARŞI’ DA BİR GÜN...




Bekir sami bey, çocukluğundan, gençliğinden kalma alışkanlıkla o gün de erken kalktı. Evden hiç çıkmadığı çoğu gün yaptığı gibi, yine traş olmaktan vazgeçip, seyrelip incelmiş sakalını sıvazladı ayna karşısında. Aynaları çok uzun zamandır hiç sevmiyordu. Özel bir davete gidercesine özenle giyindi, ütülenip katlanmış mendilini ve köstekli saatini cebine yerleştirdi. Son zamanlarda onu fazlasıyla yoran beş katın merdivenini, söylenerek indi. Kumkapı ile Beyazıt meydanını bağlayan Mithat Paşa yokuşundan, ağır adımlarla çıkmaya başladı. Uzun zamandır yalnız başına dışarı çıkmamış, hep çocuklarına bağımlı yaşamıştı.

Dürüst; adam gibi adamdı. Doğduğu şehrin pek de iyi olmayan şöhretini inkar eden bir Kayseri’liydi o... İyi niyetli, saf, sevgi doluydu. On yaşında aileyle İstanbul’a gelip yerleşmiş, Kapalıçarşı’da çekirdekten yetişme usta bir ayakkabı ve terlikçi olmuştu. Bir söylentiye göre yakın çevresinde “ bir Hacı Bekir’in lokumu, bir de Bekir Sami’nin terlikleri...” derlerdi çarşı içinde...

Sekiz çocuğu vardı Bekir Sami beyin; üçü kız, beşi erkek... Erkeklerin üçü okumuş; doktor, mühendis, avukat olmuştu. Diğer iki oğlunu da dükkanda yanında yetiştirip, zanaat öğretmişti. Biraz haylazlıklarından, biraz da baba mesleğini sürdürmesi gereken oğul sıfatıyla, piyango çarpmıştı onlara belki de... Cefakar, fedakar ev hanımı Zehra hanım da, evlerindeki kocaman kasap buzdolabının çevresinde yaşardı adeta , kalabalık, şenlikli sofralarına her gün yemek yetiştirmek için. Yardımcıları olsa da zordu bu kadar nüfusu idare edip, bu kadar boğazı doyurmak... Sadece mutfak işi mi? Hiçbirinin derdi bitmezdi ki; ömrü çoluk çocuğun, kocanın arkasını toplamakla geçti Zehra hanımın....

Hanımını kaybedeli bir on yıl kadar oluyordu. Artık kendini çok yalnız hissediyordu onsuz bu dünyada koca çınar... Yeterince yaşamış; çalışmış, çabalamış, dünyalığını yapmıştı çocukları için. Bir zamanlar Beyazıt’ta parmakla gösterilen; rengarenk çiçeklerle, meyve ağaçlarıyla bezenmiş, bir köşesinde süs havuzu ve sarnıcı olan bahçesiyle, güzelim üç katlı müstakil evini de apartmana çevirmek zorunda kalmıştı yıllar önce... Çocukları için...

O gün yüreğindeki coşkuyla bir başka hazırlanmıştı nedense; özlemişti çarşıyı... Üniversitenin ve Beyazıt camiinin önünden geçerek sahaflar çarşısına girdi. Saatine bir göz attı, cuma namazına daha epey vardı. Torunlara birkaç kitap ve okul malzemesi almayı düşündü . O kadar çok torunu vardı ki , aldığı bir torba eşyadan mutlaka işe yarar birşeyler çıkardı onlar için... Aslında pek anlamazdı bu işlerden, okuryazarlıktan ama Gaziosmanpaşa’da kendi adını verdiği bir ilkokul yaptırmayı da ihmal etmemişti. Kendi pek okuyamadığı halde, okumaktan yanaydı hep...

Sıra sıra dizilmiş dükkanlara, aşina vitrinlere ve yüzlere baktı; eski çarşı günleri geçti gözlerinin önünden, burnunun direği sızladı. Zehra hanımla , bedestende kuyumcu Artin ustada alışverişlerini hatırladı. Sedef kakmalı , altın varak aynaları da pek severdi rahmetli...

Caminin çarşı içindeki minberinde müezzin ezan okuyordu. Uzun şeritler halinde serilmiş yolluk halıların üstünde , yanyana dizilmiş bekleyen esnafın yanına ilişti. Cemaatle birlikte cuma namazını kıldı. Sonra Çukurmuhallebicinin yanından geçerek iki sokak ilerdeki dükkanına geldi. Birkaç saatini oğullarının yanında geçirdi. Anladı ki; artık buralara yabancılaşmıştı. Buruk bir memnuniyet duydu yüreğinde; işler artık onsuz da yürüyordu...

Yorulmuştu. Eve vardığında, yine söylenerek beş katı tırmandı uzun uzun soluklanıp... Bir daha cesaret eder miydi böyle bir gün yaşamaya acaba? Yok yok artık uzun zaman ziyaret edemeyecekti dükkanını ve oğullarını. Artık geçmişti ondan, emanet etmişti herşeyini emin ellere... Huzurla uykuya daldı.

Dedem Bekir Sami bey artık Zehra hanımın yanında. Geridekiler de hiç bıraktığı gibi kalmadı ama herşeyde hala onun ismi ve izi var. Eminim, Kapalıçarşı’da da onu hala sevgi ve rahmetle ananlar vardır...

Bingül Egemen
Kapalıçarşı – Haziran 2011


26 Mayıs 2011 Perşembe

KAŞ'ını gözünü seveyim Anadolu...


Önce bir gemi çizdim, boyadım yeryüzünü güneşin yedi rengine. Bindirdim gemimin içine bizim kızları... Her lumbozdan biri el salladı neşeyle... Ertesi yıl lisemin otobüsü canlandı kağıdımda, karayoluyla mı gitsek acaba dedim, hepsi kuruldular koltuklara şöyle bir... Hayaller kurarak, bir kıvılcım ateşlediğimi biliyordum. Artık zamanı gelmişti ve bu sene hazırlıklar birkaç ay önceden başladı. Kısacık günlerden zaman çalmamak için uçak yolculuğuna karar verildi; hep birlikte biletler alındı, koyuldu ceplere, çantalar hazırlandı... Biliyorlardı ki, lezzetli bir yemek gibi, hazırlığı uzun sürüp, göz açıp kapayana kadar tükenecekti güzellikler... Buluşacakları günü iple çektiler, birlikte şafak saydılar adeta...

Mayıs ayının hıdırellez günü; on gönlü genç kadın, yılın ilk, hayatlarının ikinci baharında, Kaş'ını gözünü seveyim Anadolu, ver elini geleyim diyerek, sabaha karşı Sabiha Gökçen'e koştular. Kanat takıp uçtular Akdeniz'e, Torosları aşıp sahile ulaştılar...


Dalaman'a indiklerinde gün yeni ağarıyordu, hava mevsime göre soğuktu. Anlaştıkları minibüsle yola koyuldular, yüreklerinin götürdüğü yere gitmek üzere... Yolun iki yanına dizilmiş portakal, limon ağaçlarının arasında, kuşlar gibi hafif, şen şakrak, özgürlüğe kanat çırptılar. Papatya, gelincik yol boyu kolkola dansediyordu onlar gibi. Göz alabildiğine bir renk cümbüşü vardı yeryüzünde... Okuldan kalma alışkanlıkla yoklama yapıp, kafa saydılar, şarkılarla, türkülerle... Hüzün, keder, stres defterini kapatıp, yanlarına almamışlardı.

Dört günlük tatilin ilk uğrak yeri olan Göcek, yeni uyanıyordu. Keyifle içilen çaylar, kahveler, çantalarda taşınan poğçalar ve birkaç tostla ilk kahvaltıyı geçiştirdiler. Yerli ahalinin pek de ilgilenmedikleri ve fazlasıyla doydukları anlaşılan malta erikleri dallarda nasıl da kolyelenmişti. Havanın, suyun, hayat fışkıran bereketli toprakların güzelliğine şükrettiler; yüreklerindeki çocuksu heyecana, sevgilerine, dostluklarına coştular, sevindiler...


Tarihin babası sayılan Heredot; Kalkan için " Dünyada yıldızlara en yakın yer “ demiş antik çağlarda... Bu görkemli kıyıları; bu muhteşem coğrafyayı görüp de hayran olmamak olanaksız. Yol üstünde uğranılan piknik ve kamp yeri Kantarcı koyunda, fotoğraf makineleri işe koyuldu; bu güzel bakir koyda bol bol deklanşörlere basıldı. Denize paralel kıvrımlı yolda ilerleyen araba, denize girenlerin mola verdikleri Kaputaş-Mavi mağarayı kuş bakışı gören koyda durdu bu kez. Lacivert deniz, kumlarla buluşunca turkuaza dönüşmüş, bembeyaz köpüklerle sahile vuruyordu. Müthiş güzelliği yüreklerine çekip, zihinlerine resmettiler.


Akdeniz henüz yeni uyanmış; mahmur, taze bir şık latife... Mis gibi iğde, yasemin, hanımeli; muhteşem renklerde begonvil ve zakkumla koyun koyuna ...
-------
Demre yolunda araba çok şenlikli, şarkılar söylenirken avuçlar patlıyor, Toroslardan inerken uzaktaki liman görülüyordu. Önce Demre Saint Nicholas Müzesi’ni (Noel Baba) ziyaret edip Kekova’ya minibüsle yola çıkıldı. On kadın, limanda bir tekneye yerleşip, adacıkların arasında süzülerek güneşe kucak açtılar. İsmi gibi gerçekten akvaryum olan koyun billur suyunda serinlemek harikaydı. Kıyı boyunca Batık Kenti dolaştılar. Denizle kaynaşmış, taş taş üstünde oluşmuş kapılardan, labirent odacıklardan ve irili ufaklı basamaklardan oluşan tarihi kalıntılara bakarak yüzyıllar öncesinin aile ve toplum yaşantısı hakkında yorumlar yaptılar. Su dibinde gizlenmiş amforaları görmeye çalıştılar. Tekne gezisinden dönüşte, Kekova’da yenen balığın, kalamarın ve birer kadeh biranın tadı damaklarda kaldı.


Boşuna demiyor şarkılar “ Akdeniz akşamları bir başka oluyor “ diye... Gün bitimlerinde havanın loşluğu, dingin havanın büyüleyici hoşluğu ve birkaç dublenin tatlı sarhoşluğu... Duygular yorgun dimağları yıkadı; kasıp kavurdu, enerji kattı yüreklere... Dört günlük bir şeydi işte ; anlatılmaz...

Turizm Otelcilik Yüksek okulunun işlettiği Akçagerme plajındaki deniz sefasından sonra, bir asfalt genişliğindeki yolla birbirine bağlanan iki küçük yarımadaya doğru uzandılar. Bir lezzet durağıydı; güleryüzlü, şeker sözlü Lütfiye hanımın derme çatma evi ve bahçesi... Birkaç kişinin bildiği bu tanıdık yüz; onbeş yıldır hiç değişmemişti sanki. Lütfiye hanım, tül gibi açıp sacta kızarttığı otlu, peynirli, patlıcanlı, patatesli; ardından tahin ve cevizli, ağızda dağılan gözlemelerini çayla birlikte sundu onlara. Yemek sırasında küçük de bir sır verdi; güneşte kurutulup toz haline getirilen karadut, kimyonla birlikte balık pişirilirken serpilirse, tadına doyum olmazmış... ???


Çeşitli dükkanların, kafe ve restoranların bulunduğu, Kaş’ın şirin çarşısının içinde, Likyalılardan kalma bir kral mezarı var. Birkaç bölümden oluşan bu anıt mezar, koca bir çınar ağacının dibine yerleşmiş. O zamanlar kral ölünce , yalnız kalmasın diye yardımcısını da öldürüp alt bölüme koyarlarmış. M.Ö. 400 yılına ait bir medeniyetin parçası bu.


Son gün, otelin sahildeki şezlonglarında günbatımını seyretmenin keyfi muhteşem... Karşıdaki Meis adası, uzanacak kadar yakın görünüyor. Ne yazık ki yabancıya ait bir adacık bu.


Aynı gece birbirine bağlı iki helikopter pistinden, Kaş’ın ışıltılı güzelliğini seyrettiler. Sayılı günler, saatler ne çabuk geçmişti. Dönüş yolunda ; billur maviliğe paralel giderlerken, iki yarımadacığın olağanüstü görüntüsüne veda ettiler.


Son olarak Fethiye Saklıkentte mola verildi. Son yıllarda keşfedilen bu kanyon, sarp kayaların içinde yaklaşık onbeş kilometre uzunluğunda bir doğa harikası... Kayaların üstünde, tahtadan inşa edilmiş özel yürüme yolundan geçerek; gürül gürül buz gibi suların, yer yer fışkırıp aktığı taşların üzerinde ilerlemeye çalıştılar. Yeşilin, mavinin, suyun, taşın uyumu muhteşemdi. Güneş sanki gizli bölmelerden geçip, yapraklar arasında oynaşıyordu. Kısa bir turun sonunda , bu saklanmış dünyadan çıktılar. Doğal su kanallarının üzerine kurulmuş restoranda, bir ızgara alabalık tatmadan gidilmezdi buralardan. Damaktaki, yürekteki lezzetler o kadar karışmıştı ki artık... Tatlı bir hüzünle Dalaman’a giderlerken, her dakikasını ayrı keyifle yudumladıkları, kısacık ama dopdolu günler artık anılarda kalmıştı... Sakin, mutlu, huzurlu gülümsemelerle, bu güzelliklerin tekrarını dilediler...


Bir sevdaymış Akdeniz,
Yeşilden laciverte uçsuz bucaksız;

Torosun eteğine yerleşmiş kıvrılararak
O yakıcı tadı damakta bırakarak;

Muhteşem güneşini yüreğimde hissettim
Avucumun içinden kayıp gitmesin dedim ;

Şu kavak yelleri bizim başımızda da eser,
Akdeniz koylarında daha da deli eser;

Tüm renkler dile gelmiş, kenetli birbirine,
Papatyalar söz kesmiş kırmızı gelincikle;

Bu bir turunç şöleni, portakaldan limona,
Mis gibi rayihalar, dansediyor kolkola,

Kaşını gözünü seveyim Anadolu,
Arsız ruhum doymadı, yine aşkınla dolu...



Bingül Egemen
Mayıs - 2011