26 Mayıs 2011 Perşembe

KAŞ'ını gözünü seveyim Anadolu...


Önce bir gemi çizdim, boyadım yeryüzünü güneşin yedi rengine. Bindirdim gemimin içine bizim kızları... Her lumbozdan biri el salladı neşeyle... Ertesi yıl lisemin otobüsü canlandı kağıdımda, karayoluyla mı gitsek acaba dedim, hepsi kuruldular koltuklara şöyle bir... Hayaller kurarak, bir kıvılcım ateşlediğimi biliyordum. Artık zamanı gelmişti ve bu sene hazırlıklar birkaç ay önceden başladı. Kısacık günlerden zaman çalmamak için uçak yolculuğuna karar verildi; hep birlikte biletler alındı, koyuldu ceplere, çantalar hazırlandı... Biliyorlardı ki, lezzetli bir yemek gibi, hazırlığı uzun sürüp, göz açıp kapayana kadar tükenecekti güzellikler... Buluşacakları günü iple çektiler, birlikte şafak saydılar adeta...

Mayıs ayının hıdırellez günü; on gönlü genç kadın, yılın ilk, hayatlarının ikinci baharında, Kaş'ını gözünü seveyim Anadolu, ver elini geleyim diyerek, sabaha karşı Sabiha Gökçen'e koştular. Kanat takıp uçtular Akdeniz'e, Torosları aşıp sahile ulaştılar...


Dalaman'a indiklerinde gün yeni ağarıyordu, hava mevsime göre soğuktu. Anlaştıkları minibüsle yola koyuldular, yüreklerinin götürdüğü yere gitmek üzere... Yolun iki yanına dizilmiş portakal, limon ağaçlarının arasında, kuşlar gibi hafif, şen şakrak, özgürlüğe kanat çırptılar. Papatya, gelincik yol boyu kolkola dansediyordu onlar gibi. Göz alabildiğine bir renk cümbüşü vardı yeryüzünde... Okuldan kalma alışkanlıkla yoklama yapıp, kafa saydılar, şarkılarla, türkülerle... Hüzün, keder, stres defterini kapatıp, yanlarına almamışlardı.

Dört günlük tatilin ilk uğrak yeri olan Göcek, yeni uyanıyordu. Keyifle içilen çaylar, kahveler, çantalarda taşınan poğçalar ve birkaç tostla ilk kahvaltıyı geçiştirdiler. Yerli ahalinin pek de ilgilenmedikleri ve fazlasıyla doydukları anlaşılan malta erikleri dallarda nasıl da kolyelenmişti. Havanın, suyun, hayat fışkıran bereketli toprakların güzelliğine şükrettiler; yüreklerindeki çocuksu heyecana, sevgilerine, dostluklarına coştular, sevindiler...


Tarihin babası sayılan Heredot; Kalkan için " Dünyada yıldızlara en yakın yer “ demiş antik çağlarda... Bu görkemli kıyıları; bu muhteşem coğrafyayı görüp de hayran olmamak olanaksız. Yol üstünde uğranılan piknik ve kamp yeri Kantarcı koyunda, fotoğraf makineleri işe koyuldu; bu güzel bakir koyda bol bol deklanşörlere basıldı. Denize paralel kıvrımlı yolda ilerleyen araba, denize girenlerin mola verdikleri Kaputaş-Mavi mağarayı kuş bakışı gören koyda durdu bu kez. Lacivert deniz, kumlarla buluşunca turkuaza dönüşmüş, bembeyaz köpüklerle sahile vuruyordu. Müthiş güzelliği yüreklerine çekip, zihinlerine resmettiler.


Akdeniz henüz yeni uyanmış; mahmur, taze bir şık latife... Mis gibi iğde, yasemin, hanımeli; muhteşem renklerde begonvil ve zakkumla koyun koyuna ...
-------
Demre yolunda araba çok şenlikli, şarkılar söylenirken avuçlar patlıyor, Toroslardan inerken uzaktaki liman görülüyordu. Önce Demre Saint Nicholas Müzesi’ni (Noel Baba) ziyaret edip Kekova’ya minibüsle yola çıkıldı. On kadın, limanda bir tekneye yerleşip, adacıkların arasında süzülerek güneşe kucak açtılar. İsmi gibi gerçekten akvaryum olan koyun billur suyunda serinlemek harikaydı. Kıyı boyunca Batık Kenti dolaştılar. Denizle kaynaşmış, taş taş üstünde oluşmuş kapılardan, labirent odacıklardan ve irili ufaklı basamaklardan oluşan tarihi kalıntılara bakarak yüzyıllar öncesinin aile ve toplum yaşantısı hakkında yorumlar yaptılar. Su dibinde gizlenmiş amforaları görmeye çalıştılar. Tekne gezisinden dönüşte, Kekova’da yenen balığın, kalamarın ve birer kadeh biranın tadı damaklarda kaldı.


Boşuna demiyor şarkılar “ Akdeniz akşamları bir başka oluyor “ diye... Gün bitimlerinde havanın loşluğu, dingin havanın büyüleyici hoşluğu ve birkaç dublenin tatlı sarhoşluğu... Duygular yorgun dimağları yıkadı; kasıp kavurdu, enerji kattı yüreklere... Dört günlük bir şeydi işte ; anlatılmaz...

Turizm Otelcilik Yüksek okulunun işlettiği Akçagerme plajındaki deniz sefasından sonra, bir asfalt genişliğindeki yolla birbirine bağlanan iki küçük yarımadaya doğru uzandılar. Bir lezzet durağıydı; güleryüzlü, şeker sözlü Lütfiye hanımın derme çatma evi ve bahçesi... Birkaç kişinin bildiği bu tanıdık yüz; onbeş yıldır hiç değişmemişti sanki. Lütfiye hanım, tül gibi açıp sacta kızarttığı otlu, peynirli, patlıcanlı, patatesli; ardından tahin ve cevizli, ağızda dağılan gözlemelerini çayla birlikte sundu onlara. Yemek sırasında küçük de bir sır verdi; güneşte kurutulup toz haline getirilen karadut, kimyonla birlikte balık pişirilirken serpilirse, tadına doyum olmazmış... ???


Çeşitli dükkanların, kafe ve restoranların bulunduğu, Kaş’ın şirin çarşısının içinde, Likyalılardan kalma bir kral mezarı var. Birkaç bölümden oluşan bu anıt mezar, koca bir çınar ağacının dibine yerleşmiş. O zamanlar kral ölünce , yalnız kalmasın diye yardımcısını da öldürüp alt bölüme koyarlarmış. M.Ö. 400 yılına ait bir medeniyetin parçası bu.


Son gün, otelin sahildeki şezlonglarında günbatımını seyretmenin keyfi muhteşem... Karşıdaki Meis adası, uzanacak kadar yakın görünüyor. Ne yazık ki yabancıya ait bir adacık bu.


Aynı gece birbirine bağlı iki helikopter pistinden, Kaş’ın ışıltılı güzelliğini seyrettiler. Sayılı günler, saatler ne çabuk geçmişti. Dönüş yolunda ; billur maviliğe paralel giderlerken, iki yarımadacığın olağanüstü görüntüsüne veda ettiler.


Son olarak Fethiye Saklıkentte mola verildi. Son yıllarda keşfedilen bu kanyon, sarp kayaların içinde yaklaşık onbeş kilometre uzunluğunda bir doğa harikası... Kayaların üstünde, tahtadan inşa edilmiş özel yürüme yolundan geçerek; gürül gürül buz gibi suların, yer yer fışkırıp aktığı taşların üzerinde ilerlemeye çalıştılar. Yeşilin, mavinin, suyun, taşın uyumu muhteşemdi. Güneş sanki gizli bölmelerden geçip, yapraklar arasında oynaşıyordu. Kısa bir turun sonunda , bu saklanmış dünyadan çıktılar. Doğal su kanallarının üzerine kurulmuş restoranda, bir ızgara alabalık tatmadan gidilmezdi buralardan. Damaktaki, yürekteki lezzetler o kadar karışmıştı ki artık... Tatlı bir hüzünle Dalaman’a giderlerken, her dakikasını ayrı keyifle yudumladıkları, kısacık ama dopdolu günler artık anılarda kalmıştı... Sakin, mutlu, huzurlu gülümsemelerle, bu güzelliklerin tekrarını dilediler...


Bir sevdaymış Akdeniz,
Yeşilden laciverte uçsuz bucaksız;

Torosun eteğine yerleşmiş kıvrılararak
O yakıcı tadı damakta bırakarak;

Muhteşem güneşini yüreğimde hissettim
Avucumun içinden kayıp gitmesin dedim ;

Şu kavak yelleri bizim başımızda da eser,
Akdeniz koylarında daha da deli eser;

Tüm renkler dile gelmiş, kenetli birbirine,
Papatyalar söz kesmiş kırmızı gelincikle;

Bu bir turunç şöleni, portakaldan limona,
Mis gibi rayihalar, dansediyor kolkola,

Kaşını gözünü seveyim Anadolu,
Arsız ruhum doymadı, yine aşkınla dolu...



Bingül Egemen
Mayıs - 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder