Ayaklarımın altında gıcırdayan karın sesinden ve rüzgarın uğultusundan başka birşey duymuyorum.  Trafik ışıklarının bana geçit vermediğini görmeyecek kadar körüm.  Acı bir klakson sesi  silkeliyor  beni birden... Aralık ayının dondurucu soğuğu içime işliyor.  Kalbimdeki, beynimdeki  duygu karmaşasıyla atıyorum adımlarımı.  Tarif edilmez bir acıyla beraber görevimi yapmış olmanın huzuru, beni sürüklüyor kaldırımda...
Birkaç ay önce;  günlerdir boğulurcasına öksürüyordum.  Hiç halim olmamasına  rağmen, yapmam gereken  yığınla ödev vardı  ve o sürede hiç dinlenememiştim.  Ara sınav dönemi yaklaşıyordu;  çok yoğun bir çalışma programı yapmalıydım  kendime...  O gün erkenden, okula gitmeden önce,  sağlık ocağına uğramıştım.  Kuyruğun önlerinde yer alabilmek için çabuk davranmak gerektiğinin bilinciyle,  sabahın köründe yollara düştüm.  Genellikle yaşlı ve yalnız  teyzelere, amcalara çok rastlarım sağlık ocaklarında... O pamuk saçlı, nur yüzlü ihtiyarı da o sabah  tanıdım;  birden yanımda farkettim onu.  Vücudunun tüm bükülmüşlüğüne rağmen,  dimdik ayakta durmaya çalışıyordu.  Oturduğum yerden fırlayarak kalktım,  yerimi verdim ona.  Kibar kibar defalarca teşekkür ederek oturdu.  Kucağımdaki resim malzemelerini saçmıştım o anda birden sağa sola... Kısa bir süre,  dağılan  eskiz kağıtlarımı, kalemlerimi  toparlayıp,  dikildim yanında.  Değişik bir havası vardı; duruşundan, bakışından  görmüş geçirmiş bir hanımefendi olduğunu  hissetmiştim. Cami yıkılsa da mihrap yerinde derler ya;  acımasız yıllar silememişti  geçmişteki güzelliğini...   Yüzündeki aydınlığı, cildindeki  lekeler  örtemiyordu.  Başından kayan şalı,  küçücük bir topuz yaptığı gümüş saçlarını çıkarmıştı ortaya.  İnce uzun parmakları üşümüş, kucağında birbirine kenetlenmişti...
Doktor  muayenesinden sonra  ilaçlarımı yazdırıp çıktığımda, birkaç kişinin onun başında toplandığını gördüm, belli ki farklı bir durum söz konusuydu.  Yüksek tansiyon ve kalp hastasıymış, çantasındaki ilacını bulup vermişler.  İki kişinin kolunda sendeleyerek ayağa kalktı,  içeri girdi.
İşim bitmesine rağmen , oradan hemen ayrılamadım;  onun  muayenesini  tamamlayıp çıkmasını bekledim.  Zaman kavramını yitirmiş, çivilenmiştim adeta.  Okula gitmek için daha uzun bir yolum  olduğunu da  unutmuş  gibiydim.  
Bir süre dinlendirildikten sonra evine gitmek istedi;  koluna girip, onu evine bırakabileceğimi söyledim.  Yürüyebileceğini belirtti ama ben bir taksi çevirdim.  Birkaç yüz metre ötede, bizimkine çok yakın bir sokağa geldik.  Yüksek binaların arasında kaybolmuş, birkaç katlı eski yüzlü kısa boylu  yapının önünde durduk.  Ne kadar çok gelip geçmişimdir  o kuytu sokaktan... Arabadan inmesine yardım ettim,  kolkola içeri girdik,  elinden aldığım anahtarıyla giriş katındaki dairenin  kapısını açtım.  Eski mobilyalarla dolu salona girdiğimizde, kendimi  televizyon dizilerinden birinin sahnesinde hissettim. 
Sadece filmlerde, resimlerde gördüğüm,  varlığına pek  tanık olmadığım eski eşyalar, içimi ısıtmıştı birden. Kristal damlalarla bezenmiş büyük avize koca bir taç gibiydi tavanda. Üç ayaklı sedef kakmalı sehpa üzerindeki, yer yer sırları dökülmüş büyük aynada kendime baktım;  yüzyıllıktı belki de...   Aynanın önünde duran kocaman metal ahizeli telefona hayran kalmıştım.  Zamanı hapsetmiş  o  ev  beni koynuna almıştı hemen...
Mutfak tarafından, su dolu küçük plastik bir kapla gelip pencereye yaklaştı.  Camı açıp, elindekini demirin iç tarafına yerleştirirken,  benim de gözüm duvardaki ve vitrindeki resimlere takılmıştı.  Saten  kaplı bir kutunun içi ve kenarı madalya ve rozetlerle doluydu. 
-  Rahmetli Gazi Hüseyin beyin madalyaları ve resimleri onlar sevgili kızım. Uzun seneler  oldu beni yalnız, bir başıma koyalı;  şu fani dünyadan göçüp gideli... Paşam,  yirmi yaş büyüktü benden, onu hem babam hem kocam bilmiştim.  Bir günden bir güne beni kırmamıştır, incitmemiştir; hala çok özlüyorum onu...  Madalyalarını bana  emanet etmiştir.  Onları  hep konsolun üzerinde muhafaza ederdim  yakına kadar,  ama artık her gün tozlarıyla  uğraşamıyorum, yoruluyorum.  O  sebeple  hepsini camlı dolaba koydum.  Şu duvardaki yakışıklı resminden, hala gözlerimin içine bakar, benimle yaşar sanki, şu  ıssız evde... 
Elindeki ıslatılmış ekmekleri de pencerenin içindeki suyun yanına koydu. Camı kapatır kapatmaz, pusuda bekleyen serçeler, kumrular yemeğe üşüştüler;  biraz sonra gelen güvercinler  bir anda üstünlüklerini ilan etmişlerdi.
Yalnız yaşayıp yaşamadığını  sorduğumda;  cam kenarındaki  yüksek arkalı kadife berjerde  otururken, ağır ağır anlattı:
- Amerika’da yaşayan iki oğlum var; gurbet ellerde okudular hep, sonra da oralarda iş bulup, evlenip  yerleştiler.  Benim gözümde hala çocuklar ama onlar da artık orta  yaşlı oldular canım kızım... Senin yaşında torunlarım var benim...  Onları öyle az görebildim ki;  kuzularıma  doyasıya sarılmaya öyle hasretim ki, bilemezsin.  Sık sık arar sorarlar,  uzun uzun hasbıhal ederiz, ama  çok uzaktalar, öyle  ha deyince gelip gitmek zor tabi...  Allah razı olsun,  gelinlerimi de çok severim,   biraz gönül koydum ama hepsine.  Uzun zamandır gelmediler , dünya gözüyle görmek istiyorum artık.  Geçen bayram söz almıştım onlardan;  yine olmadı. Birinin işi, çocukların mektepleri,  diğerinin kendine göre bir sebebi çıkıyor mütemadiyen...  Neyse;  yine de hamdolsun,  sıhhatte  olsunlar, mutlu olsunlar da ben başka birşey istemem yüce rabbimden... 
- Ben...  Şey... Resminizi yapabilir miyim?
Aniden  dilimden dökülen kelimelere kendim de şaşırmıştım. Benim için çok sevimli, harika, bulunmaz  bir modeldi.  O günü  takip eden birkaç hafta içinde kısa aralıklarla onu ziyaret ettim.  Eski bir iskemleyi  ters çevirerek kendime şövale yapmıştım;  çalıştığım sürece boyalarımın, fırçalarımın çoğunu orada bırakıyordum.  Her seferinde benim için meyve suları, kekler, pastalar hazır ediyordu masanın üstünde.  Her konuda konuşup, anlaşıyor,  birlikte çay sohbetleri yapıyorduk.   Ben onun,  o asil  görüntüsünü tuvalime  taşımaya çalışırken;  paşasıyla yaşadıklarını anlatıyordu uzun uzun...  Anlatırken yüzünde güller açıyor, solgun yanakları pembeleşiyordu.  Derin çizgileri kayboluyordu  adeta , beni  anılarında gezdirirken...  Kenarları çubuklu, sallanan ahşap koltuğunda oturup hafif hafif yaylanırken;  yavaş yavaş  benim tuvalimde canlanıp, hayat buluyordu.  Daha önce  dolaplarından çıkardığı beyaz işler  ve  kanaviçeli minderlerle donattığımız sedir, fonu oluşturuyordu;  bir de paşanın duvardaki  üniformalı heybetli resmi...
- Talihli insanın bir kız evladı olur. Bir yakınım derdi,   oğlan evlenene kadar  yakındır, kız her zaman...  Mübalağa ediyorum  tabi kızım ama, oğlanlar biraz balık hafızalı...  diyerek gülmekle ağlamak arası kıkırdamıştı  güçsüz sesiyle... 
Portreyi en son yanıma almış,  son rötuşlarını evde tamamlamıştım.    Yaklaşık onbeş gün önceydi.  Okuldaki sergimizin hazırlıkları ve etkinlik günleri nedeniyle,  biraz ara  vermiştim yaşlı arkadaşıma  yaptığım ziyaretlere.  Bugün saat biraz geç olsa  da,  eserimi özenle sarıp, koltuğumun altına aldım,  komşu sokağa yollandım.  O yaşlı asil güzelliği  ne ölçüde resmedebildiğim önemli değildi;  biz bu sayede çok özel günler paylaşmıştık  onunla...  Kapıya geldiğimde,  komşu hanım beliriverdi arkamda.  Yüzü gölgeli,  sesi boğuktu.
-  Güzel  kızım, malesef o  ev artık boş... Teyzemiz  çok sevgili  paşasına kavuştu  geçen hafta...   Seni çok anlattı bana biçare. Kısacık zamanda torunu gibi sevdi seni,  merhem oldun yaralarına, yorgun kalbini ısıttın. Oğulları haberi alır almaz apar topar geldiler,  iki gün içinde de döndüler. Veraset işleri için tekrar geleceklermiş... 
Hanım anlatmaya devam ediyordu ama  ben daha fazla dinleyemedim.  Oysa telefonda son kez konuştuğumuzda sesi ne kadar da canlıydı.  Korkunç bir hayalkırıklığıyla başbaşa kalmıştım.  Hayat sanki  durmuştu o kapı aralığında,  kalbim birden çok  acımıştı... 
******
Birkaç gün sonra yılbaşı... Umutlarımız yeşerir,  güzellikler filizlenir;  sevgi bir kartopu misali yuvarlanarak büyür bugünlerde...  Heyecanıyla bizi oyalar, yepyeni bir meçhulde canlanan o ışık... Hayalleri müjdeler bize, aslında acımasız olan zaman... 
Bembeyaz kar ayaklarımın altında eziliyor. Bu karanlıkta, her yer inadına ışıl ışıl... Önümde;  bahçenin birinde , ışıldayan bir ağaç var. Üzerindeki ışık selinden, aşağıya damlalar bırakıyor. Göz pınarlarımdan süzülenler  gibi...  Parlak yıldızlar kayıyor sonsuza...  Hayat devam ediyor...
Ocak - 2012
B.E.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder