31 Ağustos 2011 Çarşamba

ŞANS

Bir kez daha baktı onlara; kaldırım taşının kenarında otururken... Kadın çocuğa bir yandan elindeki hamburgeri ısırtıyor, bir yandan da ağzına patates tıkıştırıyordu. Çocuksa yedikleri hiç umurunda değilmiş gibi, elindeki küçük oyuncağın parçalarını takıp çıkarmakla meşguldü. Önünde rengarenk, çiçekli, böcekli karton bir kutu vardı.


Çocuğun üzerindeki deniz rengi kalın giysi, onu hiç üşütmezdi herhalde. Başında kulaklarını da örten renkli bir başlık ve boğazına dolanan parçası, atkı dediklerinden...

Yediğinin farkında değildi sanki, nasıl da zorla yiyordu, tadını da mı almıyordu? Sadece elindekiyle uğraşıyordu. Bir ara , “öf olmuyor bu “ diyerek yere attı elindeki parçaları. Annesi, küçük renkli oyuncakları toplayıp yine koymaya çalıştı kutunun içine... Üzerine titriyordu belli ki küçüğün...

Dalıp gitmiş onları seyrederken; dirsekleri erimiş ince hırkasının kolunu, küçücük parmaklarıyla çekiştirip, soğuktan donmuş burnunu sildi. Güzel yüzü, hüzünlü gözleri, al yanakları pislikten gölgelenmiş; sarı bukleleri kire inat hala ışıldıyordu... Birazcık ısınmayı ve o çocuğun burun kıvırdığı köfteli sandviçten tatmayı dilediğini anlatıyordu bakışları... O bakış, neler anlatmıyordu ki... Eline tutuşturulan mendilleri satıp bir an önce paraya çevirse iyi olacaktı; yoksa başına gelecekleri tahmin edebiliyordu. Sabah yaşadığı kötü anları anımsadı. Başa çıkamıyordu yaşamla, sesini çıkaramıyordu, eziliyordu bu koca yükün altında... Kendi küçüktü, onun dünyası da küçücüktü , henüz hiçbirşeyi anlayamıyordu ...

Bir an toparlanıp, keşmekeş trafiğin ortasına dalarak , kavşaktaki trafik ışıklarında durdu. Cebindeki pis bez parçasını avuçladı ve trafiğin durmasını bekledi. Ürkerek, gözüne kestirdiği ilk arabanın camlarına doğru uzandı küçücük bedeniyle... Belki yine terslenecek, azar işitecekti ; acaba bir paket mendil mi uzatsaydı aralık camdan... Arabaların arasında, birkaç kuruş uğruna , iliklerine işleyen soğukla ve tehlikeyle arkadaş olmuştu artık... Hayat onu eline almış yoğuruyor, doğuştan bir suçlu yaratıyordu belki de... Kayıplar ordusunun bir bireyi olabilirdi yakın gelecekte...

Şans ona gülmemişti; hiç mi yanına gelmezdi ömrü boyunca; bir gün elinden tutar mıydı acaba? Küçük bir kelebeğin , varolma çırpınışları, savaşı kazanmaya yetecek miydi?

Bir an daldığım bu sahneler, yüzlerce defa gözümüzün önünden akıp gitmiştir ; farketmemişizdir bile... Oysa , ne acı ve bilinmeyen gerçekler barındırır bu hikayelerin her biri...


Annesi hala, çocuğu bir şeyler yesin diye uğraşıyordu. Çocuğun solgun, sağlıksız ve mutsuz bir yüzü vardı. Birden, elindeki oyuncağı düşürdü ve narin vücudu küçük sarsıntılarla titremeye başladı... Kadın üzgün fakat alışık bir ifadeyle iki sandalyeyi birleştirip , ortasına yatırmaya çalıştı onu. Belli ki bu olağan bir durumdu onlar için... Kanı, canı, bedeninin bir parçası, o küçük vücut yine krizdeydi; birlikte atlatacaklardı her zamanki gibi... Kader ona da mı gülmemişti ? Belki de hayatta herşeye kavuşmuştu ama yavrusuna bir yudum can olmayı isterdi en çok... Gözlerine ışık, yanaklarına renk , yüreğine umut olabilmeyi...

Biraz sonra , kavşakta duran özel bir araba alıp götürdü onları...

Çeşitli hayatlar arasında, korkunç uçurumlar var gibi gözükür hep. Oysa bu uçurumları dengeleyen öyle küçük nüanslar var ki... Şans nedir? Hayatta herşeyi bulmak mı, yoksa hayatın getirdiklerini şans olarak değerlendirmek mi? Mutluluğun püf noktası, olanakları sonuna kadar ve en iyi şekilde kullanmak olmalı...

Birinin şansı, diğerinin şanssızlığı olabilir belki de...



Bingül Egemen
Ağustos - 2011



24 Ağustos 2011 Çarşamba

KAPALIÇARŞI’ DA BİR GÜN...




Bekir sami bey, çocukluğundan, gençliğinden kalma alışkanlıkla o gün de erken kalktı. Evden hiç çıkmadığı çoğu gün yaptığı gibi, yine traş olmaktan vazgeçip, seyrelip incelmiş sakalını sıvazladı ayna karşısında. Aynaları çok uzun zamandır hiç sevmiyordu. Özel bir davete gidercesine özenle giyindi, ütülenip katlanmış mendilini ve köstekli saatini cebine yerleştirdi. Son zamanlarda onu fazlasıyla yoran beş katın merdivenini, söylenerek indi. Kumkapı ile Beyazıt meydanını bağlayan Mithat Paşa yokuşundan, ağır adımlarla çıkmaya başladı. Uzun zamandır yalnız başına dışarı çıkmamış, hep çocuklarına bağımlı yaşamıştı.

Dürüst; adam gibi adamdı. Doğduğu şehrin pek de iyi olmayan şöhretini inkar eden bir Kayseri’liydi o... İyi niyetli, saf, sevgi doluydu. On yaşında aileyle İstanbul’a gelip yerleşmiş, Kapalıçarşı’da çekirdekten yetişme usta bir ayakkabı ve terlikçi olmuştu. Bir söylentiye göre yakın çevresinde “ bir Hacı Bekir’in lokumu, bir de Bekir Sami’nin terlikleri...” derlerdi çarşı içinde...

Sekiz çocuğu vardı Bekir Sami beyin; üçü kız, beşi erkek... Erkeklerin üçü okumuş; doktor, mühendis, avukat olmuştu. Diğer iki oğlunu da dükkanda yanında yetiştirip, zanaat öğretmişti. Biraz haylazlıklarından, biraz da baba mesleğini sürdürmesi gereken oğul sıfatıyla, piyango çarpmıştı onlara belki de... Cefakar, fedakar ev hanımı Zehra hanım da, evlerindeki kocaman kasap buzdolabının çevresinde yaşardı adeta , kalabalık, şenlikli sofralarına her gün yemek yetiştirmek için. Yardımcıları olsa da zordu bu kadar nüfusu idare edip, bu kadar boğazı doyurmak... Sadece mutfak işi mi? Hiçbirinin derdi bitmezdi ki; ömrü çoluk çocuğun, kocanın arkasını toplamakla geçti Zehra hanımın....

Hanımını kaybedeli bir on yıl kadar oluyordu. Artık kendini çok yalnız hissediyordu onsuz bu dünyada koca çınar... Yeterince yaşamış; çalışmış, çabalamış, dünyalığını yapmıştı çocukları için. Bir zamanlar Beyazıt’ta parmakla gösterilen; rengarenk çiçeklerle, meyve ağaçlarıyla bezenmiş, bir köşesinde süs havuzu ve sarnıcı olan bahçesiyle, güzelim üç katlı müstakil evini de apartmana çevirmek zorunda kalmıştı yıllar önce... Çocukları için...

O gün yüreğindeki coşkuyla bir başka hazırlanmıştı nedense; özlemişti çarşıyı... Üniversitenin ve Beyazıt camiinin önünden geçerek sahaflar çarşısına girdi. Saatine bir göz attı, cuma namazına daha epey vardı. Torunlara birkaç kitap ve okul malzemesi almayı düşündü . O kadar çok torunu vardı ki , aldığı bir torba eşyadan mutlaka işe yarar birşeyler çıkardı onlar için... Aslında pek anlamazdı bu işlerden, okuryazarlıktan ama Gaziosmanpaşa’da kendi adını verdiği bir ilkokul yaptırmayı da ihmal etmemişti. Kendi pek okuyamadığı halde, okumaktan yanaydı hep...

Sıra sıra dizilmiş dükkanlara, aşina vitrinlere ve yüzlere baktı; eski çarşı günleri geçti gözlerinin önünden, burnunun direği sızladı. Zehra hanımla , bedestende kuyumcu Artin ustada alışverişlerini hatırladı. Sedef kakmalı , altın varak aynaları da pek severdi rahmetli...

Caminin çarşı içindeki minberinde müezzin ezan okuyordu. Uzun şeritler halinde serilmiş yolluk halıların üstünde , yanyana dizilmiş bekleyen esnafın yanına ilişti. Cemaatle birlikte cuma namazını kıldı. Sonra Çukurmuhallebicinin yanından geçerek iki sokak ilerdeki dükkanına geldi. Birkaç saatini oğullarının yanında geçirdi. Anladı ki; artık buralara yabancılaşmıştı. Buruk bir memnuniyet duydu yüreğinde; işler artık onsuz da yürüyordu...

Yorulmuştu. Eve vardığında, yine söylenerek beş katı tırmandı uzun uzun soluklanıp... Bir daha cesaret eder miydi böyle bir gün yaşamaya acaba? Yok yok artık uzun zaman ziyaret edemeyecekti dükkanını ve oğullarını. Artık geçmişti ondan, emanet etmişti herşeyini emin ellere... Huzurla uykuya daldı.

Dedem Bekir Sami bey artık Zehra hanımın yanında. Geridekiler de hiç bıraktığı gibi kalmadı ama herşeyde hala onun ismi ve izi var. Eminim, Kapalıçarşı’da da onu hala sevgi ve rahmetle ananlar vardır...

Bingül Egemen
Kapalıçarşı – Haziran 2011